19 Eylül 2009 Cumartesi

Black Robot...

Yeni bir grubun ilk albümünü dinlemek her zaman heyecan verici olmuştur. Black Robot kendi adını verdikleri ilk çalışmalarıyla hayli ümit vaad ediyor.

Black Robot, aslında Buckcherry'den ayrılan üç elemanın kurduğu bir rock grubu... Eski müzik tarzlarını geride bırakıp, klasik rock müziğini modern bir anlayışla yorumlayan grup, Buckcherry'in devamı olmaktan kurtuluyor.

Jonathan "JB" Brightman (bas), Yogi Lonich (gitar) ve Devon Glenn'in (davul) yanlarına Huck Johns'ı (vokal) alarak kurdukları grupta, AC/DC'den Rolling Stones'a kadar uzanan geniş bir rock yelpazesinin etkilerini görmek mümkün.

Albümde bu kadro yer alsa da, Lonich'in Chris Cornell'in grubunda çalması, Glenn'in ise farklı projelere katılması nedeniyle Black Robot, Brightman ve Johns'un yanı sıra Andy Andersson (gitar), Eli Wulfmeier(gitar) ve Daxx Nielsen (davul) ile yoluna devam ediyor...

Albümün açılış ve liste parçası Baddass, grubun etkileşim alanını gözlemlemek için güzel örnek. AC/DC etkisinin oldukça hissedildiği parça, albümün lokomatifi... JJ. Cale klasiği Cocaine'i ise albümün bir diğer artısı... Aerosmith vari Mama don't cry, albümün baladı I"m in love ve In my car ilginizi hemen çekebilecek parçalar.

Ama benim albümdeki favorim Nervous Breakdown...Rock, funk, blues karışımı parça kesinlikle birinci sınıf. Keşke bu tarzda daha fazla parçaya yer verselermiş albümde...

Huck Jones'un yorumunun oldukça etkili olduğu albüme göz atmasınızı tavsiye ederim...






18 Eylül 2009 Cuma

RunPee diye bir site…

Sinemada film izlerken çişiniz gelirse, filmin hangi sahnesini feda edebileceğinizi ve ne kaçırdığınızı öğrenebileceğiniz bir site RunPee

Akıllıca di mi… Yurt dışında film arası geleneği olmadığından, oralarda daha fazla işe yarayacağı kesin…

Sitenin kuruluş hikayesi de oldukça ilginç… Dan Florio, 2005 yılında King Kong’u seyretmek için bilet aldığında, filmin üç buçuk saat olduğunu hesaba katmamış… Filmin sonunu zor eden arkadaş, sinema izleyicilerini benzer sıkıntılardan kurtarabilmek adına Runpee adını koyduğu sitesinde hizmet vermeye başlamış…

Zaman içinde öyle popüler olmuş ki site, şimdilerde facebook, twitter gibi kanallardan da sevis veriyormuş…

Siteye bir göz attım… son izlediklerimden Halloween ll’nin neresini gözden çıkarmışlar diye… 32. dakika Dr. Loomis’in basın toplantısı… iyi bir seçim… yine de birden fazla bildik film için kontrol etmek lazım ki, siteye güven artsın…

Bu arada, seyirciyi uyarmayı da ihmal etmiyor site… Dr. Loomis’in sıkıcı sahnesinin ancak 4 dakika sürdüğünü belirtiyor ve hadi bakalım diyor… koştur…

Ama yarıda bırakılacak film var, bırakılmayacak olan var… Bu nedenle sitedeki klasikler bölümünü de gezindim… Şöyle Godfather gibi uzun ve başyapıtlardan ne var diye… daha çok popüler macara filmlerini seçmiş site… Florio’nun kendi zevki olabilir… Anlayacağınız Florio’nun daha çok film izleyip, RunPee molalarını belirlemesi lazım…

Biz Türkler akıllı adamlarız… Film arası diye birşey uydurmuşuz…isteyen ne ihtiyacı varsa karşılıyor… Yine de benim gibi kesintisiz film izleme arzusunda olanların çoğunlukta olduğu kanısındayım…

Önlemini alacaksın yani… Ya çok yiyip içmeyeceksin film öncesi ya da Runpee…

17 Eylül 2009 Perşembe

Carrey- McGregor iyi bir çift olur mu...

I love You Philip Morris... Jim Carrey'in yeni filmi...

Yandakine benzer kareler, film daha gösterime girmeden sansasyon yaratacak cinsten...

Carey'in başrolünü Ewan McGregor ile paylaştığı film, Steven Jay Russell adlı gay bir dolandırıcının gerçek hayat hikayesinden alınmış.

İyi bir aile babası olan Steven, yıllardır kendisini evlat olarak veren annesinin arayışı içindedir. Ancak annesini bulmak tüm hayatını değiştirecektir. Annesinin kendisini reddetmesinin ardından, Steven ailesini terk eder ve gay bir hayat sürmeye başlar.......

Yaşamını idame ettirmek için dolandırıcılak yapmaya başlayan Steven'in yolu, kaçınılmaz olarak hapse düşer. Steven burada gerçek aşkı Philip ile karşılaşır. Hikaye, Philip'in serbest bırakılmasından sonra, Steven'in ruh ikizi Philips'e ulaşmak için hapisten kaçma denemeleri ve ikilinin sıradışı ilişkisiyle devam eder...

Glen Ficarra and John Requa imzalı filmde Brokeback Mountain'dan sonra Hoolywood"un yeni gay çiftini izlemek ilginç olacak...

Fragmanı izledikten sonra Carey ile McGregor'un iyi bir çift olup olmadıklarına buyrun siz karar verin...





16 Eylül 2009 Çarşamba

Almodovar...

Pedro Almodovar'ın yeni filmi Broken Embraces, sevdiği kadını kaybeden bir yönetmenin, kimliğini reddederek, yeni bir kimliğe bürünmesi çevresinde gelişen, geri dönüşlerle anlatılan bir aşk üçgeni ve intikam hikayesi.

Film yapma üzerine kurulu Broken Embraces'de, bir Almodovar filminin olmazsa olmazları ''aldatma, seks, eşcinsellik ve aile sırları'' gibi temalar kullanılsa da, film, bildik Almodovar tarzından oldukça farklı...

Aşina olduğumuz eylenceli ve renkli tarzını biraz geri planda tutup, seyirciyi daha karanlık bir dünyaya götürdüğü filminde Almodovar, yine klasik filmlere yaptığı göndermelerle de sinema tutkusunu seyirciye bir kez daha hatırlatıyor...Senaryosunu da yazdığı film aslında bir yönetmenin hikayesini anlatıyor... Hayatının aşkını bir kazada yitiren Mateo Blanco, aynı kazada görme yetisini de kaybeder... Dünyaya küsen Mateo, Harry Caine kimliği altında senaryolar yazamaya başlar...

Bir gün ünlü işadamı Ernesto Martel'in ölüm haberinin gazetede çıkmasıyla, hikaye, 14 yıl öncesine gidip gelmelerle devam eder... Paraya ihtiyacı olduğu zamanlar telekızlık yapan Lena, bir gün ailesini zor durumdan kurtarmak için yaşlı ama güçlü ve zengin Ernesto ile yakınlaşır...çift bir süre sonra birlikte yaşamaya başlar.

Sinema aşığı Lena, bu tutkusunu gidermek için deneme çekimlerine katılır ve Mateo'nun filminde rol kapar... Kısa zaman içinde yönetmen-başrol oyuncusu aşk klişesi kendini gösterir... Kıskanç Ernesto, bir süre sonra şüphelenir ve oğlunu filmin belgeselini yapmakla görevlendirir... Böylece Lena'nın her yaptığından haberi olacaktır... Ernesto, tuttuğu dudak okuma uzmanı sayesinde, Lena ve Mateo arasındaki ilişkiyi öğrenir ve çılgına döner... Bir süre sonra ortadan kaybolan çifti bulmak için türlü yöntemler deneyen Ernesto, çağreyi Mateo'nun filmini sabote etmekte bulur...Ancak kötü kader çoktan ağlarını örmeye başlamıştır...

Bu arada, bir yan hikaye olarak Mateo'nun uzun zamandır dostu olan Judit'in de Mateo ve seyircilere bir süprizi olacaktır... Tam bir klişe...

Broken Embraces, Almodovar'ın alıştığımız görsel zenginliğini taşımazken, kaza anının videoda seyredildiği sahne hariç duygusal anlamda da diğer filmlerine göre oldukça zayıf...

Kullanılan mizah ise belki de filmin tek artısı... Dudak okunduğu, Lena'nın aşkını itiraf ettiği ve filminin düzeltilmiş halinin izlendiği sahneler en iyileri...

Almodovar'ın baş oyuncularından Penelope Cruz ise yetersiz... (Nedense hiçbir zaman sevemedim Cruz'u...)

Hikayesi ve özellikle oyunculuğuyla soap opera tarzını anımsatan film, Almodovar'ın en az beğendiğim filmlerinden oldu... sadece Almodovar hayranlarını memnun edeceğini düşünüyorum...




Broken Embraces Trailer
by ThePlaylist

15 Eylül 2009 Salı

İlk poster...

''Eyvah kızım büyüdü'' filmindeki Tony Danza gibi hissetmeye başladım kendimi... Kızının büyüdüğünü kabullenemeyen bir babanın, genç kızlığa giden yolda kızının gelişimine dehşet dolu gözlerle tanık olduğu o ibret verici film...

Barbie dergilerinden Hannah Montana serisine terfi eden Ada, son sayıdan çıkan Montana'nın posterini duvarına asmak isteyince, yeni bir sürece girildiğini anladık...

Artık televizyonda Disney'de yayımlanan Hannah Montana dizisi en çok sevdiklerimiz arasında yer alıyor... Onun gibi giyiniyor, konuşuyor hatta dizi de yapılan hareketleri günlük hayata uyguluyoruz... Montana'yı kıl eden iki kızın amaçlarına ulaştıktan sonra, işaret parmaklarını birleştirip, uuuuuuuuuuuuuu, tısssssssssss yapmaları gibi... Sinir bozucu......

Kıyafet titizliği, saç maç, makyaj derken, bu yaşta içine bir moda ikonası girmiş bir kızın babası olmak ilginç deneyimler yaşatıyor insana...

2000 yılından sonra doğan Indigo bebeklerin ne anlama geldiğini daha iyi anlıyorsunuz, onlar büyüdükçe... İletişim kanalları sayesinde pek çok konuda (kadın-erkek ilişkisi dahil) fikir sahibi oldukları gibi, bilgisayarı ürkütücü bir ustalıkla kullanmaları ya da tüm elektronik cihazları diyelim, insanı hayrete düşürüyor... Daha 5.5 yaşında diyorsunuz...

Sonra kendinizin o yaşlarda neler yaptığını hatırlamaya çalışıyorsunuz...

.....Uzun bir boşluk....

Doğrusu 5 yaş civarından hatırlayabildiklerim........ sünnetim... bir de misket oynamak var....sayılır mı...

14 Eylül 2009 Pazartesi

Terry Gilliam geliyor...

Terry Gilliam, yeni filmi ''The Imaginarium of Doctor Parnassus'' ile tekrar geri dönüyor...

Fantastik filmlerin ustası Gilliam, Fisher King, 12 Monkeys ya da Brothers Grimm gibi hayal gücününüzü zorlayan hikayeleriyle sinema seyircileri gözünde haklı bir yere sahip...

Kendine has sinemasıyla adından sıkça söz ettiren yönetmen, yeni filminde yine görsel mükemmelliyetciliğiyle seyirciyi kendi hayal dünyasına götürmeye hazırlanıyor... şeytanla anlaşma yapan bir gezici tiyatronun, seyircinin hayallerini gerçekleştirmesi üzerine kurduğu hikayesiyle...

Filmin bir başka özelliği ise Heath Legger'in son filmi olması... Legger'in hayatını kaybetmesinin ardından bu rol filmde, karakterin farklı dönemlerini oynayan Johnny Depp, Jude Law ve Colin Farrell tarafından üstleniyor... Bu çarpıca kadroya Tom Waits ve Christopher Plummer da eşlik ediyor...

Favori yönetmenlerim arasında yer almasa da, çalışmalarına kayıtsız kalınamayacak bir yönetmen Terry Gilliam... Ülkemizde 2010'da gösterime girmesi planlanan filmi merakla bekliyoruz...



13 Eylül 2009 Pazar

Black Crowes...

1990'da Shake your moneymaker'ı çıkardıklarınfa Next Big Thing ünvanını alan, yıllar geçtikçe de rock severler tarafından gelmiş geçmiş en iyi hard rock grupları arasına yerleştirilen Black Crowes, yirmi yıllık müzik kariyerlerinde emin adımlarla ilerlemeye devam ediyor...

Grubun sekizinci stüdyo almümü olan Before the frost....until the freeze aslında double albüm... İlkini alanlar, ikincisini grubun internet sitesinden indirebiliyor... Albümler seyirci önünde canlı kaydedilmiş... Bunun ses kalitesine yansıyan farkını hemen anlayabiliyorsunuz...

Robinson kardeşlerin yeni albümleri her zaman olduğu gibi blues ve country esintileri barındırsa da kesinlikle Crowes imzası taşıyan southern rock parçalarından oluşuyor...

Before the frost, Good Morning Captain ve Been a long time adlı iki klasik Crowes parçasıyla açılıyor... Ardından gelen Appaloosa dinleyeni çarpan cinsten bir şarkı... I ain't hiding ise şaşırtıyor...Disco soundu taşıyan parça bildik Crowes melodilerinden oldukça ayrılıyor.... Disco ritminin nasıl hard rock soundu ile birleştiğine dikkat diyorum... Hit olmaya aday... Kept my soul, Houston don't dream about me ve The last place that love lies ise yine albümde öne çıkan çalışmalardan...

Until the freeze ise county soundu ağırlıklı bir albüm... Açılış parçası Aimless Peacock sitarın kendine has sesiyle Hint ezgileri taşıyan güçlü bir entrümental... Greenhorn, Lady of Av.A, So many times ve Fork in the river benim en çok sevdiklerim...

Bu grupla birşeylerin yanlış gitmesi olanaksız gibi, dinleyicisini hiç bir zaman yarı yolda bırakmayan nadir gruplardan Black Crowes... Chris Robinson'un vokaline hayran olmamaksa imkansız... grubun geri kalanının önünde şapka çıkardığım gibi...

Böylesine mest edebilen iki albümü birden dinlemek ise tam bir keyif... Gerçek rock severlerin kaçırmayacağı bir albüm Before the frost...until it freeze...



Albümden official bir video çıkana kadar...I ain't hiding...





Christopher Robinson – vokal, harp, gitar
Richard Robinson – gitar, sitar, vokal
Steve Gorman – davul, vurmalılar
Sven Pipien – bas, vokal
Luther Dickinson – gitar, mandolin
Adam MacDougall – keyboard, vokal



11 Eylül 2009 Cuma

unutulmaz sahneler 1

Blogumda sadece yeni filmler üzerine eleştiri yazdığımdan, eskilere, özellikle sevdiklerime haksızlık yapmak istemiyorum... Bu nedenle "unutulmaz sahneler" başlığı altında sevdiğim filmlerin favori sahnelerini (tabi bulabildiklerimi) sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Burada yorum yapmak değil iyi filmleri anmak hedefim...

Serinin ilk yazısı için , en özel filmimi seçtim haliyle. Deer Hunter...

Yakınlarım Deer Hunter'ın benim için ne ifade ettiğini iyi bilirler... Seyrettiğim binlerce filmi Deer Hunter ve diğerleri olarak kategorilemem belki bir fikir verir size... Tabi ki abartıyorum ama o kalibrede seyrettiğim film sayısı yine de çok fazla değil...

Micheal Cimino'nun başyapıtı olan film, savaşın sıradan insanlar üzerine etkilerini en çarpıcı şekilde anlatan bir drama... çok kısa özetlersek...

Seyretmeyenleri kınıyor, bir kez seyredenleri ise ayıplıyorum...

İşte size filmin en can alıcı sahnelerinden biri... Rus ruleti... MOW...




Filmin başlarında yer alan uzuuuuuuuuuuun düğün sahnesi ise gördüklerim arasındaki en iyisi... İşte iki dakikalık seyirlik...




Böyle bir filmin kendine yakışır bir de müziği olması gerekmez mi... Stanley Myers'dan Cavatina...





10 Eylül 2009 Perşembe

Araştırmalar bizi söyler...

Çiftler üzerine yapılan iki farklı araştırma, Sibel ile benim aslında ne kadar doğru seçimler yaptığımızı gösteriyor... bazıları istemsiz olsa da...

Efendim... Almanya'nın Max Planck Kurumu tarafından yapılan bir araştırmaya göre, genç kadınla evlenen erkeğin ömrü uzuyor. TRINK!!! Başlar üstünde bir ampul yanıyor ya da AHA !!!

Araştırmada, bir erkeğin erken ölme ihtimali, eşinin kendinden 15 ya da 17 yaş küçük olması halinde beşte bir, kendinden 7 ya da 9 yaş küçük olması halinde de yüzde 11 oranında azalıyor. Yani ikinci kategoriye giren ben seçilmiş şanslılardan oluyorum... Bekarlara dikkat, üniversite aşklarıyla evlenenlere de geçmiş olsun diyorum... Burada sahte bir göz kırpma efekti var...

Araştırmaya göre, yaşlı kadınla evlenen erkeğin ise pek şansı yok... bu tiplerin erken ölme ihtimali bulunuyor. (Sıkıntıdan olabilir mi acaba...)

Ama siz şu işe bakınız ki, aynı durum kadınlar için geçerli değil. Yani, kadınların yaşlı ya da genç bir erkekle evlenmesinin benzer etkileri bulunmuyor... Kocaları kendilerinden 7 ve 9 yaş büyük ya da küçük olan kadınların erken ölme ihtimallerinin yüzde 20 olarak tahmin edildiği araştırmada, yaş farkı büyüdükçe bu ihtimal de artıyor... Anlayacağınız, biz kadınlardan büyük olursak ömrümüze ömür katılıyor, tersi olursa kadınların ömründen ömür gidiyor... Burayı Sibel'e okutturmamak lazım...

Bilim adamları, erkekler için yapılan tahminler için, zaten sağlıklı ve başarılı erkekler genç kadınları cezbedebildiğinden sonucun doğal olduğu ya da genç kadının erkeğe daha iyi baktığı sonuçlarını çıkarıyorlar. Doğruluk payı yok değil hani...


Bir başka araştırma ise İngiltere Surrey Üniversitesinden... Araştırmaya göre uzun ve mutlu evliliğin sırrı yatakları ayırmaktan geçiyor...

Yok, biz Sibel ile yatakları ayırma aşamasına gelmedik henüz... Başarısız ilişkinin sinyali olan yatak ayırmanın, aslında ilişkileri sağlamlaştırdığını öğrenmek ilginç doğrusu... Bir süre ayrı takılalım süreci demek ki bu yüzden işe yarıyor...

Bizim durumumuzda iş biraz farklı. Ada faktörü nedeniyle yatağımızda bir süredir iki kişilik farklı kombinasyonlarda yatabiliyoruz... Genelde de rahat yatakta yatma şansına ulaşan ben oluyorum... Puzzle halinde uyumayı beceremediğimiz zamanlar, genelde Sibel'i salona el sallayarak uğurluyoruz...

Meğer kızımız bilmeden, ilişkimizin sağlıklı olması için çabalıyormuş da, biz anlamıyormuşuz... Aslında şikayet etmiyorum kızımla yatmaktan... Bilakis (yine o sevdiğim kelime) büyük keyif alıyorum... Biliyorum ki bir kaç yıl sonra istesem de yanımıza yaklaşmayacak...

Uzmanlar yatak ayırmayı sadece ilişki için değil sağlık için de öneriyor... Az uykuyla geçen evliliklerde, kalp hastalıkları ve boşanma riskinin arttığı uyarısında bulunuyorlar...

İngiltere'de Viktorya döneminden önce, evli çiftlerin aynı yatağı paylaştığının pek görülmediği, eski Roma'da da evli çiftlerin aynı yatağa sadece cinsel ilişki için kullandığına işaret eden uzmanlar, daha sağlıklı bir ilişki ve kaliteli bir uyku için yataklarınızı ayırın diyerek, saçmalıyorlar... Ayak ayağa değmeden olur mu hiç...

Sonuçta yaş farkı olan bir evlilik yaparak ve zaman zaman ayrı yataklarda yatarak aslında ne kadar da doğru yapıyormuşuz da haberimiz yokmuş...

9 Eylül 2009 Çarşamba

We're STARS

"We are the world, we are the children" diye başlasam, herhalde hepinizin aklına 1985 yılındaki Live Aid konserleri gelir... Yok ben o konserlerden birine gitmedim. TRT sağolsun, tüm gün yayın yaparak, ilk defa da olsa böyle büyük bir organizasyona tanıklık etmemizi sağladı...

Afrika'daki aç insanlara dikkati çekmek ve yardım toplayabilmek hedefiyle başlatılan USA for Afrika konserlerini, ağzımız açık seyrettiğimizi hatırlıyorum... Art arda sahne alan dönemin popüler yıldızlarını gün boyu televizyon karşısında ayaklarımızı uzatıp, keyif çatarak izlemek bulunmaz bir lükstü...

USA for Afrika'nın başlattığı furyayı daha sonra İngilizlerin Band Aid'i izledi. Rockçılar durur mu. Dio'dan Jimmy Bain ve Vivian Campbell'in girişimiyle bir yıl sonra benzer bir proje hayata geçirildi. Ronnie James Dio'nun himayesindeki Hear'n Aid, Stars parçasıyla rock dünyasının ünlü isimlerini bir araya getirmeyi başardı ve 1 milyon dolar yardım topladı.


Geçenlerde Youtube'da parçayı ve projenin yapım sürecine ilişkin videoları seyredince, paylaşmak istedim.

Parçanın girişindeki uyuşuk havaya aldırmayın, hemen kendini toparlıyor... Bu kadar iyi sesi aynı çatı altında görebilmek bir daha mümkün olur mu bilemem ama, 1986'dan beri bu kalibrede bir proje henüz gerçekleştirilemedi...





Projenin kamera arkası...














Vokaller

Eric Bloom (Blue Öyster Cult)
Ronnie James Dio (Dio)
Don Dokken (Dokken)
Kevin DuBrow (Quiet Riot)
Rob Halford (Judas Priest)
Dave Meniketti (Y&T)
Paul Shortino (Rough Cutt)
Geoff Tate (Queensrÿche)

Geri Vokaller

Tommy Aldridge (Ozzy Osbourne)
Dave Alford (Rough Cutt)
Carmine Appice (Vanilla Fudge/King Kobra)
Vinny Appice (Dio)
Jimmy Bain (Dio)
Frankie Banali (Quiet Riot)
Mick Brown (Dokken)
Vivian Campbell (Dio)
Carlos Cavazo (Quiet Riot)
Amir Derakh (Rough Cutt)
Buck Dharma (Blue Öyster Cult)
Brad Gillis (Night Ranger)
Craig Goldy (Giuffria)
Chris Hager (Rough Cutt)
Chris Holmes (W.A.S.P.)
Blackie Lawless (W.A.S.P.)
George Lynch (Dokken)
Yngwie Malmsteen
Mick Mars (Mötley Crüe)
Michael McKean (Spinal Tap)
Dave Murray (Iron Maiden)
Vince Neil (Mötley Crüe)
Ted Nugent
Eddie Ojeda (Twisted Sister)
Jeff Pilson (Dokken)
Rudy Sarzo (Quiet Riot)
Claude Schnell (Dio)
Neal Schon (Journey)
Harry Shearer (Spinal Tap)
Mark Stein (Vanilla Fudge)
Matt Thorr (Rough Cutt)
Adrian Vandenberg (Whitesnake)

Lead Gitar Solo

Vivian Campbell (Dio)
Carlos Cavazo (Quiet Riot)
Buck Dharma (Blue Öyster Cult)
Brad Gillis (Night Ranger)
Craig Goldy (Giuffria)
George Lynch (Dokken)
Yngwie Malmsteen
Eddie Ojeda (Twisted Sister)
Neal Schon (Journey)

Ritm Gitar

Dave Murray (Iron Maiden)
Adrian Smith (Iron Maiden)

Bas

Jimmy Bain (Dio)

Davul

Vinny Appice (Dio)
Frankie Banali (Quiet Riot)

Keyboard

Claude Schnell (Dio)

8 Eylül 2009 Salı

Bir uçuş öyküsü...

Sonunda en büyük korkularımdan biriyle yüzleştim. Kızımla birlikte uçak yolculuğu yaptım...

İnsanın hayatı boyunca kulak kabarttığı bazı hikayelerin, günün birinde karşısına çıkacağı, hatta yakasına yapışarak, en korkunç kabuslarından biri olacağı pek akla gelmiyor...

Efendim... Babamın reklamını yapmıyorum ama pilot olduğunu hatırlıyorsunuzdur... Çocukluğumda onun ağzından defalarca duyduğum bir hikayede, babamın yine pilot olan arkadaşı bir gün oğlunu da yanına alır... ama her ne olursa uçak düşer ve baba-oğul hayatını kaybeder... Babam bu olaydan öyle etkilenir ki, çocuklarıyla aynı uçağa binmeye sakınır...

Çocuk benliğime kazınan bu üzücü olay, yıllar sonra Ada ile uçak yolculuğu yapma fikrinin gündeme gelmesiyle, uyuduğu derinlerden kalktı ve yüzeye tırmanışa geçti...

Evdekilere birşey belli etmesem de, içimde bir şüphe, endişe, adını siz koyun sıkıntılı bir duygu yavaştan çöreklenmeye başladı... Kendimi telkin etsem de, umacı hikayeleri gibi yıllar sonra benliğimde hortlayan o olay, beni rahat bırakmadı...

Paranoya... Ne de çaresiziz ona karşı... Bir gün başına geleceği hiç akla gelmeyen, içini yiyip bitiren, tüm endişelerin birleştiği en pis ruh hali... Çocukluğunuzdan birşeylerin gelip bu yaşınızda sizi avlamasına insan nasıl da şaşırıyor...

Evdeki hazırlıklar, havaalanına gidiş, bilet kontrolden geçiş ve uçak saatini bekleyiş... İçimdeki huzursuzluk tüm bu süreçleri az çok gölgeliyor, kızımla işin tadını çıkarmak varken... Gidip, gelmeler yaşıyorum... saçmaladığımı bile bile... Çevremdeki herşey, herkes kötü birşeylerin habercisi oluveriyor bir anda, bana gizliden işaret veren... Kendimi ikinci sınıf bir gerilim filminde gibi hissediyorum...

Bir an önce uçağa binip, yanıldığımı görmek istiyorum...

Derken uçağa biniyoruz...

Haklı çıkıyorum... Uçak havalandıktan sonra Ada'nın heyecanı ve rahatlığını görünce, tüm endişeler yavaş yavaş geldikleri yere çekiliveriyor... orada kalmaları ümidiyle... Yersiz yere endişe duyduğumu ikna etmeye çalışıyorum kendime...

Kızımın binlerce doğal ama yanıtlaması zor sorusunu cevaplarken, beraber sandviçimizi yerken ya da tatil planları yaparken zaman uçup gidiyor, tıp ki bizler gibi...

Kabustan uyanmış ya da zor bir sınavdan çıkmış gibi hissediyorum... Kızımla bir ilki gerçekleştirmenin zevkini biraz geç olsa da farketmenin verdiği rahatlıkla, normale dönüyorum...


Dilime bir şarkı dolanıyor, I'm going slightly mad...

ps. siz siz olun çocuk deyip geçmeyin, yanında ne konuştuğunuza, anlattıklarınıza dikkat edin... bilmeden çocuğunuza zarar verebilirsiniz...



6 Eylül 2009 Pazar

Halloween ll... Bir Zombie fiyaskosu...

Micheal Myers ile 1980'lerin başında tanıştım... O dönem yeni filmler ülkemizde bir kaç yıl gecikmeli gösterildiğinden, 1978 yılı John Carpenter imzalı Halloween'ı izlediğimde film çoktan popülerite kazanmış, hatta devam filmi bile çekilmişti...

Sola pan yaparak karanlıktan Myers'ların evinin görüldüğü filmin açılış sahnesinin üzerimde bıraktığı etki muhteşemdi... filmde daha sonra klasik olacak pek çok sahnesinin yarattığı gibi...

Gerçek bir korku filmi yapmak için insanın en basit korkularını ortaya çıkarmanın yeterli olduğunun, bunun daha fazla kan, et ya da görsel efektle sağlanamayacağının en canlı kanıtıydı Halloween...

Çığlık kraliçesi Jamie Lee Curtis hayranı bir genç olarak filmi Akün Sinemasında iki kez izledim... Carpenter'ın ustalığı, hikaye, filmin tüyler ürperten müziği ve tabi ki Curtis'in varlığı fazlasıyla ilgimi çekmişti...
Korku türünü seven biri olarak (gençken daha fazla), Halloween'de geçen bir hikaye fikri müthiş gelmişti...

Benzer korku klasiği filmleri ve baş karakterlerini düşünürsek, Micheal Myers ve Halloween'in benim için bir adım önde gittiği söylenebilir... Kendi hayran kitlesini oluşturan Micheal Myers'ın hatırı sayılır bir seyirci kitlesi tarafından bu denli sempatiyle karşılanması ise hayli düşündürücüdür aslında...

Gelelim, Rob Zombie'nin Halloween'lerine... Serinin yeniden çekeceğini duyduğumda heyecanlanmıştım... Klasik filmleri uyarlamak her zaman riskli ve aslında gereksiz olsa da, sonucun ne olacağını görmek merak uyandırmıştı...

Ancak ünlü Rock yıldızı- yönetmen Zombie daha ilk filminde beni hayal kırıklığına uğıratmış, ikincisi için fazla bir beklenti yaratmamıştı. Nitekim, ilkinden de kötü bir film çıkarmış Zombie...

Halloween hayranlarına haksızlık ettiğini düşündüğüm Zombie'nin, Myers ve hikayesini anladığından şüpheliyim ... Zombie, Halloween ll'de, ana karakterlere sadık kalsa da, hikayeyi oldukça değiştirmiş... İlkinin bıraktığı yerden başlayan film, Zombie'nin yorumuyla tam bir slasher tarzı denen korku türüne dönüşmüş...

Myers'i sıradan bir seri katil gibi gösteren film ( ulan, şimdi seri katiller de mi sınıf sınıf diyecekler ya - bahsettiğim sempati olayı bu işte), hızlı ritmi, yüksek sesli kaydı, bol kanlı sahneleriyle vasatın altında bir seyirlik olmuş...

Family is forever sloganıyla hareket eden ve hayal sahneleriyle Myers ailesine yeni bir yorum getiren Zombie, filmin sonundaki süprizle de seyircinin kafasını karıştırmaya çalışıyor...

Filmin artıları ise, Micheal'in çocukluğuna ilişkin yeni bilgiler vermesi ve Laurie'nin ev arkadaşının Micheal ile banyoda karşılaştığı sahne...

Zombie'ye tavsiyem... müzik yapmaya devam...



28 Ağustos 2009 Cuma

Diplomasinin inceliği...

Diplomaside sarf ettiğiniz her bir cümlenin nerelere gidebileceğini gösteren, İngiliz komedisinin en güzel örneklerinden biri In the Loop...

TV dizilerinden beyazperdeye transfer olan yönetmen Armando Ionnucci, bu ilk sinema filminde deneyimli oyunculardan oluşturduğu kadroyla harikalar yaratıyor...

''Eğer bir politikacının ağzından ''savaş öngörülebilir birşey değildir'' cümlesi çıkar, bir de bunu canlı yayında söylerse... '' varsayımından yola çıkılan senaryo, aslında ürkütücü sonuçlar doğurabilecek bir sürecin nasıl işleyebileceğini gösteren usta işi bir politik komedi...

İngiliz ve Amerikalı (aslında tüm) politikacıların gizli yüzlerini sergileyen, diplomaside ilişkilerin nasıl yürüdüğünü ya da kopma noktasına geldiğini tüm çıplaklığıyla anlatan bir film In the Loop... Öyle ki, kriz çıkarma ve kriz yönetimi sanatının ne demek olduğunu, en ince ayrıntısına kadar gösteriyor bizlere... Ayak kaydırma oyunları, komplolar, çıkar ilişkişkileri de işin cabası...

Temposu yüksek filmde art arda patlatılan esprileri yakalamaksa hüner istiyor... Zekice yazılmış senaryodaki, argo ve küfürlü dile ise dikkat diyorum... Özellikle Peter Capaldi'nin çizdiği İngiliz basın sorumlusu Malcolm Tucker karakteri muhteşem... Ağzı kalabalık ve küfürbaz Tucker'ın kelime dağarcığı ise yabana atılır gibi değil...


Dış politikayla az da olsa ilgilenen seyircilerin filmden daha fazla keyif alacağı kesin... Ancak konu politik diye de filmi es geçmeniz büyük hata olur... Birbirinin aynı Amerikalı Şaban ya da Kezban hikayelerini, testesteronu fırlamış gençleri ya da ancak hikayenin sonunda birbirlerine aşık olduklarını anlayan çiftleri anlatan komedilerden sıkıldıysanız, In the Loop tam size göre... Özellikle bizim gazeteci ve dışişleri camiasına şiddetle öneriyorum...







27 Ağustos 2009 Perşembe

Akhisar...

Tatil dönüşü... Ayvalık'tan çıktık, Bergama, Akhisar üzerinden Manisa yapacağız... Hava kararmak üzere... Sibel ile Ada arabanın arkasında etrafı izliyor... Bende ise ne zamandır hissetmediğim bir duygu... hüzün, özlem, heyecan, hepsi bir arada... eski bir dost ile buluşma öncesindeki gibi... Birazdan hayatımın en mutlu yıllarından ikisini geçirdiğim Akhisar'a varacağız... Hava daha kararmasın istiyorum...

Araba süreken dalıp gidiyorum bir ara... Yıllar ne de çabuk geçmiş... Oysa liseyi bitirişimizi, mezuniyet balosunu, üniversite sınavına girmemizi dün gibi hatırlıyorum... Bunca yıl sonra öyle ayrıntılar beliriyor ki, siz bile şaşırıyorsunuz... Arkadaşlarım, bir bir canlanıyor gözümde... Bazıları ile hala iletişim halindeyiz, ama çoğuyla mümkün mü... Aramak, görmek istiyorum dayanılmaz bir arzu ile onları... Ama kaçı kaldı ki burada yaşayan... Bildiğim, iki... Vakit de ilerliyor, canım sıkılıyor... Keşke daha erken bir saat olsaydı diyorum...

Nasıl da özlem duyuyorum o günlere bir anda... Ne çocuk ne de adamız... Tek sorumluluğumuz dersler... Derlerdi, bu günlerinizi ileride çok arayacaksınız, diye... O zamanlar bilemezdik ki... Bilemezdik ki, büyüyünce herşeyin, herkesin aynı kalmayacağını... Büyümeyi bir şey sandık hep... Hızlı geçsin zaman, birşeyler yapalım şu dünyada istedik... Geçen günlerin bir daha geri gelmeyeceğini fark edemedik... geleceğin aslında ne kadar da yakın olduğunu göremedik...

Nasıl da büyümüş Akhisar... Bizimkilere o yılları, anıları anlatıyorum... Gözlerim tanıdık birşeyler arıyor... Yeni olan hiçbirşeyi görmüyorum, oradan geçerken tüm yenilikler siliniyor... eskiler, bildik mekanlarla hasret gideriyorum... Okulum, lojmanımız, askeri gazino, tren istasyonu, Tahir Ün Caddesi... hepsi yerli yerinde... Hala tanıdık birşeylerin kalmış olması rahatlatıyor...

Bir anda okulun koca ekmek dilimli tostları, biyoloji öğretmeninin bazı harfleri bastırarak söylemesi, uzun park yürüyüşleri, ev toplantıları, mezuniyet gecesi sokakta dans edişimiz, Kuşadası gezimiz, Grease'i izlemek için yaptığımız İzmir yolculuğu, hatıra defterlerine yazılanlar ve tren istasyonundaki vedalaşmamız... hepsi bir bir canlanıyor...

Kalmak istiyorum... Biraz zaman geçirmek... Dokunmak buralara, hissedebilmek yıllar öncesinden kalan ne varsa... Belki birini de görürüm... Bunca yılı ayaküstü bir sohbete sığdırabilir miyiz ki...

Neredeyse Akhisar'dan çıkmak üzereyiz... Güneş teyze ile Yüksel amcaların tek katlı evleri yeni binaların arasına sıkışmış, duruyor... Zili çalıp, merhaba demek istiyorum...Onları bıraktığım gibi bulmak... Önlerinden geçiyorum... içim acıyor... Durmuyorum, duramıyorum...

Mezun olduktan sonra grup halinde bir ya da iki kez bir araya geldik, sonrasını bir süre mektuplar halletti... Ama bir süre... Sonra herkes bir yere dağıldı... üniversite, hayat derken, yabancılaştık istemeden... Ara ara o mektupları, deftere yazılanları okurum, gülümserim hepsine... hiç unutmadım ki o iki yılı ve içinde yer edenleri...

Ayrılırken oradan, yarın birilerini arayıp, görüşme planı yapıyorum kendi kendime... ama ne ertesi, ne de ondan sonraki gün gerçekleştiriyorum planımı...

Gerçek hayata geri dönüş... hissettiklerim, o anın büyüsüyle dünde kalıyor... belki başka bir zamana diyorum kendime... içimde tuhaf bir his...

Bir şarkıyla eskilere gidip, o anları en canlı haliyle yaşamak, şarkının sonunda da radyoyu kapatıp, güne devam etmek gibi birşey gibi geliyor yaşadığım... Belki de aslında orayı ve oradakileri aklımda kaldıkları gibi bırakmak istiyorum... Hep özlem duyacağım halleriyle...

Öyle değil aslında biliyorum... Kızıyorum kendime... Belki gelecek yaz tatiline...


25 Ağustos 2009 Salı

Inglorious Basterds...

Adı, filmlerinin önünde giden yönetmen Quentin Tarantino'nun son çalışması Inglorious Basterds...

Popüler kültürün 90'lı yılların başında bize tanıştırdığı, orijinal olmaktan çok eskilerle beslenen, uzun çarpıcı diyaloglarıyla meşhur, şiddete düşkünlüğüyle bilinen, tuhaf espri anlayışına sahip ve giderek başarı grafiğini düşüren, (sözde) kült bir yönetmenin 20 yılda çektiği altıncı film...

Film, 2. Dünya Savaşı sırasında geçen Tarantino'nun yarattığı hayali bir intikam hikayesi......

Fransa Alman işgali altındadır... Bir yanda ailesi Naziler tarafından katledildikten sonra, kimlik değiştirip, sinema işletmeye başlayan güzel Shosanna, diğer yanda Nazileri avlamayı görev edilmiş Soysuzlar Çetesi...

Shosanna ve çete birbirlerinden habersiz aynı amaca hizmet etmektedir... Nazilerden kurtulmak... Ancak karşı tarafın lideri Alman Albay Hans Londa da boş durmamakta, düşmanları karşısında psikolojik savaş dahil yeni stratejiler geliştirmektedir...

Karşılıklı oynanan oyunların şiddet dozu giderek artarken, film yıldızı-gizli ajan Bridget Von Hammersmark'ın da çete ile işbirliği yapması, Nazi düşmanlarını bu kanlı oyunda 3-1 öne geçirtir... Hitlerin de katılacağı bir filmin galası, Nazilerden intikam almaya yeminli bu insanların emellerine ulaşabilmeleri için ideal bir fırsat olacaktır... Bedeli ne olursa olsun...

Tarantino, filmlerini bölümlere ayırma geleneğini İnglorious Basterds'ta da sürdürüyor... Bu anlamda film, en başarılı bölümle açılıyor... Bir söyleşisinde de belirttiği üzere, Tarantino, spagetti western ve Sergio Leone'ye olan hayranlığını bu ilk kısımda gözler önüne seriyor...

Film bundan sonra, seyircinin sabrını deneyen uzun diyaloglar, kasvetli planlar ve Tarantino'nun tarihi nasıl çarptırdığına tanık olmakla geçiyor... Pervasız bir usulle yazılan senaryoya, biraz şiddet, biraz komedi, biraz da romantizm ekleyin... alın size I.B...

İki buçuk saat süren filmdeki en iyi iki şeyse... Albay Hans Londa rolündeki Chiristoph Waltz'ın oyunculuğu ve filmde kullanılan David Bowie'nin Cat People (1982) için yazdığı Putting out fire şarkısı...

Eğer bir Tarantino sineması varsa, İnglorious Basterds'ın o sinemada ön sıralarda yer alamayacağı gün gibi açık...







23 Ağustos 2009 Pazar

Yıldız Tablosu...

Bounty hunter *
Repo men **
She's out of my league **
The final *
Green zone **
Brooklyn's finest *
Descent 2***
Alice in wonderland **
Leaves of grass**
Copout *
Crazies **
Triage ***
A prophet ****
Shutter island ***
Crazy heart ***
Wolfman **
Valantine's day **
Pearcy Jackson **
Boondock Saints 2 **
Nine **
Edge of darkness **
Everybody's fine **
Legion **
Cold Souls **
Did you hear about the Morgans *
The Book of Eli **
Amelia **
Daybreakers *
An Education ****
It's complicated **
The Road ***
Up in the air ***
The Lovely Bones**
Imaginarioum of Doctor Parnassus ***
Whip it **
Sharlock Holmes ***
Avatar ****
Case 39 *
Invictus ***
White Ribbon ***
The Messenger ***
Blind Side **
Old Dogs **
Brothers ***
Bad Lieutanent ***
Taking of Woodstuck **
Harry Brown ***
The Men stare at goats **
New Moon **
Fame *
Fourth kind ***
2012 **
Moon ***
The Box **

The Invention of Lying **
The Stepfather *
The House of the Devil**
Julie and Julia ***
Paranormal Activity ***
The Informant **
The Assistant of Vampire *
The Tournament *
The Saw VI *
Law abiding citizen **
Love Happens *
My one and only ***
Doghouse***
Zombieland***
Surrogates *
Shrink **
Antichrist ****
Jennifer's Body *
Tenderness**
Away we go****
Broken Embraces **
Gamer **
Halloween 2 **
Final Destination 4 *
50 Dead Men Walking **
Ugly Truth *
In the Loop ****
I loved you so long **
Inglorious Basterds **
District 9 ***
The Boat That Rocked ***
Informers *
The Hurt Locker ****
Franklyn **
Orphan **
Funny People **
Public Enemies ***
Children **
The Collector *
G.I.Joe **
Traitor **
Sunshine Cleaning ***
Soloist **
While she was out **
Bernard and Doris**
Countess **
Deceiver **
Streets of Blood **
Brüno **
Lemon Tree ***
The Ghosts of girlfriends past **
Ice age 3 ***
The Young Victoria **
Hangover ***
Jashua **
The Proposal **
State of Play ***
The Taking of Pelham 123 **
Drag me to hell ***
Confessions of a shopacolic **
Night at the museum 2 **
Let the right one in ****
He's just not that into you ***
Terminator 4 **
Angels and Demons **
Towelhead ***
Book of Blood *
The Horsemen **
Star Trek **
Crossing Over **
Marley and Me ***




22 Ağustos 2009 Cumartesi

Pişti...




Son dönemde seyrettiğim farklı türlerden iki film The Collector ve Franklyn... Ne yazık ki afişlerindeki benzerlik talihsizlik olmuş...

20 Ağustos 2009 Perşembe

Metamorfoz...

Hani bazı filmler vardır, seyretmeye öylesine başlarsınız... hiçbir fikriniz yoktur konusuna ilişkin... üstelik film favori türlerinizden bile değildir... ancak bu kadar belirsizlik ve önyargıya rağmen izledikçe sizi sarar, alıp götürür, sonunda da sizi şaşırtır... District 9, işte tam da böyle bir film...

Peter Jackson'ın (Lord of the rings) prodüktörlüğünü yaptığı, Neill Blomkamp'ın yazıp, yönettiği film, bilim-kurgu türüne yeni bir soluk getiriyor... Sıradışı hikayesi, birinci sınıf oyunculuğu ve inandırıcı görsel efektleriyle adından hayli bahsettireceğe benzeyen film için, ilk kez kamera arkasına geçen Blomkamp'ı kutlamak istiyorum......


İnsanoğlu ile uzaylılar arasında ilk temasın kurulmasının üzerinden yirmisekiz yıl geçmiştir... Bu süre içinde Johannesburg üzerinde asılı kalan uzay gemisindeki yürüyen bıyıklı hamamböceği vari yaratıkların insanlar ile ilişkisi, yadırgama ve alışma dönemlerini çoktan geçirmiş, süreç, birlikte yaşamanın zorlukları neticesinde, yaratıkların özel bir bölgeye yerleştirimesiyle sonlanmıştır... District 9...

Günümüzde ise uzaylıların başka bir bölgeye taşınması gündemdedir... Bu görev de iyi vatandaş Wikus Van De Marwe'ye verilir... Çalıştığı özel şirket için kolları sıvayan Wikus'un görevi, uzaylılara evlerini boşaltma celbi imzalatıp, transferin başarıyla gerçekleşmesini sağlamaktır... Oysa görünenin aksine, çalıştığı şirket uzaylılardan çok, onların silah teknolojileriyle ilgilenmektedir...



................Spoiler...................

Görev sırasında bir baba-oğul uzaylının evinde şüpheli techizat bulan kahramanımız, burada yabancı bir sıvıya maruz kalır... Filmin gidişatı da buradan sonra değişir...

Bir yandan baba-oğulun evlerinin altındaki bir uzay gemisi için yıllardır yakıt topladığını keşeden Wikus, diğer yandan da vucudundaki değişimi anlamaya çalışır... İşin içine bölgede yaşayan çeteler de dahil olunca, kahramanımızın başı iyice derde girer...

Wikus, bir anda taraf değiştirmek zorunda kalır, avcı iken av olur... Şirketine karşı savaşan Wikus, eve dönme özlemiyle yanıp tutuşan uzaylıların artık tek umududur... Ama bir şartla... Üç yıl sonra geri dönüp, Wikus'u eski haline getireceklerdir...

Film, Wikus'u tanıyanların, kahramanımızın başına ne gelmiş olabileceği üzerine yaptıkları yorumlarla son bulur.

Wikus'un aslında nerede olduğunu kimse bilmemektedir. Son karede, eli sarılı bir uzaylının görüntüsü yansır ekrana...

Film, yer yer kamera tekniklerinin getirdiği belgesel havasıyla hayli etkili... Sharlto Copley, Wikus rolünde kesinlikle muhteşem... Yabancılaşma, yabancı düşmanlığı ve empati kurma üzerine yazılmış sağlam bir senaryoya sahip film, yılın süprizlerinden...

Devamını merakla bekliyorum... Üç yıl sonra...





District 9 - Trailer
by flogoo

18 Ağustos 2009 Salı

Rock 'N' Roll...

Radyo'nun parlak günlerinin konu edildiği filmleri izleyince, akılma hep 'Video killed the radio star'' şarkısı gelir... Doğruluk payı yok değil hani... Ammavelakin eski bir radyocu olarak her zaman radyoseverlerin cephesinde yer almışımdır... zira, radyo ile dinleyici arasındaki bağın her zaman çok özel olduğunu düşünmüşümdür...

İngiltere...1960'lar... İngiliz hükümetinin sisteme tehdit olarak gördüğü pop ve rock müzikle başı dertdedir... Hükümet, dünyayı peşinden sürükleyen bu tür müziğin radyolarda çalınmasına kısıtlama getirince, korsan radyoların önlenemez yükselişi başlar......


Rock Radio, Kuzey denizinde bir gemiden yayın yapan korsan radyoların en popülerlerindendir... 24 saat yayın yapan radyo ve birbirinden ilginç dj'leri, radyo dinleyicileri arasında efsanedir... Rock müziğin tüm yaramazlıklarını yaşam tarzı haline getiren dj'ler ile takipçileri arasındaki en sıkı bağ müziktir...

Filmin ana hikayesini, Rock Radio dj'leri ile muhafazakar kesim arasındaki amansız savaş oluşturur... Aynı gemide yaşayanan erkek dj'lerin birbirleriyle olan ilişkileri, karşı cinse bakış açıları ve müziğe olan tutkularıyla, erkek olma yolunda ilerleyen genç bir çocuğun, babası ve gerçek aşkı bulma macarası ise ana hikayeyi destekler...

Yazar (Four weddings and a funeral, Nothinghill) - yönetmen (Love Actually) Richard Curtis imzalı The Boat That Rocked, parantez içindekiler kadar olmasa da keyifli vakit geçireceğiniz bir komedi... Bill Nighly, Kenneth Branagh , Philip Seymour Hoffman ve Nick Frost'un başını çektiği zengin kadrosunun performansı ve o dönemin hit parçalarının katkılarıyla film dikkat çekmeyi başarıyor...

Zaman zaman bizim eski aile komedilerinin naifliğinin hissedildiği film, tipik İngiliz komedisi kalıplarını bir kez daha gözler önüne seriyor...

Film, özellikle 1960'ların müziklerini sevenler için ideal... Çünkü parlak oyuncular ve katmanlı hikayesine rağmen, filmin asıl yıldızı o dönemin şarkıları aslında... Film bittikten sonraki dans sahnesi ise seyre değer...

Benim gibi eski bir radyocuya daha fazla anlam ifade eden film, bir döneme ışık tutup, siyasete ucundan bulaşsa da, esprili anlatımıyla tam bir eylencelik... Ülkemizde yaşanan Radyomu İsterim kampanyası dönemini de hatırlatan film, sevdiğiniz şeyler için mücadele etmenin ne demek olduğunu anlatıyor...
Filmin sonunda atılan zafer çığlıkları gibi... Rock 'n' Roll..




16 Ağustos 2009 Pazar

Woodstock 40 yaşında...

Make Love, Not War sloganı altında Sex, Drugs and Rock'n Roll... Çiçek çocuklar yakıştırmasını sevmesem de, seçim şansı verilseydi, yaşamak istediğim belki de tek tarih aralığı o dönem olurdu... Müzik aşkına, politik bir duruşla, sorumsuzca yaşamak...

Dünya Wooodstock'ın 40. yıldönümünü kutluyor... 1968 kuşağının unutulmaz müzik festivalini... Yıllar boyu üzerine pek çok anlam yüklendi... toplumsal hareketlerin simgesi oldu, geçmişe özlem duyulan değerlerin de...

O günleri, yaşayanlar hariç anlamak ne kadar imkansızsa, benzer havayı yakalama çabası içinde tekrarlamak da o kadar anlamsız geliyor bana......

Herşey yaşandığı an ile anlam kazanıyor... Tüm doğruların bir araya geldiği o büyülü atmosferi tekrar yakalayabilmek mümkün değil oysa...

Bu tıpki, Guns 'n' Roses'ın 1987 yılında Appatite for Destruction'ı çıkardığında, Led Zeppelin'den sonra fenomen olmayı başaran ikinci grup olmasına şahitlik yapmak gibi birşey... Onu ancak o tarihe tanıklık eden şanslı kitle bilebilir... Grubu ve albümü yıllar sonra keşfedenlerin anlayabileceği bir durum değil yani...

Bırakın dünya Woodstock'ın yeni yaşını kutlasın, ben size benim Woodstock'ımı, Donington, Monsters of Rock Festivali 1988'i anlatayım...

Ankara Polis Radyosu yılları... Ben Meridyen'i, Şener Rock Dünyasını yapıyor... İkimiz de popüler iki dergide yazıyor, Ankara ve İstanbul'da rock dinleyicileri tarafından tanınıyoruz...

O dönemler Kerrang dergisini takip ediyorum... Donnington, Monsters of Rock festivalinin o yılki listesi açıklanınca büyük bir heyecan duyuyoruz...

(80'li yıllarda olduğumuzu unutmayın... Türkiye'de ne müzik kanalları, ne özel radyolar ne de konserler mevcut... ) Headliner'lığını Iron Maiden'in o en bildik kadrosuyla yaptığı bir festival için kim canını vermezdi ki o dönem... Ayrıca ikimizin de özel grupları listeye dahil olmuştu. Şener için Helloween, benim içinse GNR... Ne yapıp edip gitmeliydik...

O dönem bir fanclubımız var... konser organizasyonları da yapıyoruz... eh biraz da ailelerden yardım alınca parayı toparlıyoruz... Hemen Londra'daki bir tanıdığımız aracılığıyla iki bilet kapıyoruz... Biletler elimize geçmeden inanmak istemiyoruz... Zaman zor geçiyor...










Nihayet vakit geliyor ve İstanbul'dayız... Bir gece yatıyor, ertesi gün öğleden sonra otobüsle yola çıkıyoruz... Bulgaristan, İtalya, Fransa, oradan da gemiyle İngiltere... Birkaç gün süren yolculuk boyu, yeni yeni yerler keşfediyoruz... Ama aklımız konserde...

Birkaç gün benim bir arkadaşımda, sonrasında ise bir pansiyonda kalıyoruz... Londra'nın altını üstüne getiriyoruz... Bütün paramızı cd'lere yatırıyoruz... Saatlerce Tower Records, Virgin, Shades'de takılıyor, aç kalıyor ama cd'leri alıyoruz...

Ve o gün geliyor... Duygularımız anlatılacak gibi değil... İnanamıyoruz hala... Sabah erken saatlerde Londra'nın merkezinde konser alanına kalkacak otobüslerin bulunduğu alana gidiyoruz... O ne kalabalık !!! Otobüsümüzü bulup, biniyoruz... Bazı tipler gerçekten ürkütücü... bulaşmamak da fayda var deyip, gözlerimizi kaçırıyoruz... Bir kaç saat sonra Donington'dayız...

Biletlerimizi gösterip, dalıyoruz alana... Önce bir keşif yapıyoruz... Hayatımda bu kadar kalabalık görmemişim... Aynı amaç uğruna bir araya gelen binlerce rock sever... Net olmak gerekirse 107 bin kişi... Mönüde ise Helloween, GNR, Megadeth, David Lee Roth, Kiss ve Iron Maiden...

Her çıkan grupla hopluyor, zıplıyor, avazımız çıktığı kadar bağırıp, şarkılara eşlik ediyoruz... Müziği göğsümüzde hissetmek nedir anlıyoruz... Böyle bir şey yok... Sahneyi kah görüyor, kah insan seli arasında dalgalanıyoruz... Sırılsıklamız... Yağmurdan çok, havada uçuşan pet şişelerdeki sıvılardan...

Ve 80'lerdeki her metal dinleyicisinin hiç olmazsa bir kez görme şansına erişmek istediği o malum grup geç saatlerde sahneyi alıyor... Konser açılışlarını son albümlerinin giriş parçasıyla yapan Maiden kuralı bozmuyor... Seventh son of a seventh son'dan Moonchild yükselmeye başlayınca, ortalık çılgına dönüyor... İntro bitene kadar karanlıkta kalan bizler, Bruce'un parçaya girmesiyle aydınlanıyor... İşte karşımızdalar... İnanamıyoruz hala...

Dinlemeyi umduğum üç parçayı da çalıyorlar. 2 Minutes To Midnight, 22 Acacia Avenue ve Prisoner... Beklediğimiz parçalar çalınca Şener'le göz göze geliyor, herşeyin yolunda gittiğini bir şekilde onaylıyoruz...

Bu büyüklükte bir konserde bulunmak başka bir şey... Herkesin bir ağızdan söylediği parçalara katılmak, parçanın bir yerinde hiç tanımadığınız bireyle bakışarak sözleri birlikte söylemek ve o an bitince yine iki yabancı olmak... tüylerimizi diken diken ediyor bu duygu...

Öğle saatlerinde başlayan konser maratonu, gece yarısı sona eriyor... Yorgunuz... otobüsümüzü bulup, kendimizi zor atıyoruz içine... Londra'ya kadar uyuyoruz... Sabah erken olduğundan metrolar çalışmıyor daha... Tren istasyonunda bir bankta birbirimizin üzerine yatarak uyuklamaya devam ediyoruz... Gün ağarmasıyla kendimize geliyoruz... İçimizde, hem böylesine hayal denebilecek bir deneyimi yaşayabilmenin verdiği mutluluk, hem de bir hayalin sonunun getirdiği burukluk var...

Haberlerden öğreniyoruz... GNR sahnesi sırasında iki kişi ezilerek hayatını kaybetmiş... Şaşırıyor ve üzülüyoruz... (Festival bir sonraki sene yapılmıyor... Ama 1990'de ben yine oradayım, bu kez yalnız...)
Bir hayali gerçekleştirmenin ardından yaşanan boşluk hissiyle evimize dönüyoruz....

Hayatım boyunca pek çok konser izledim, ama hiçbiri bana 1988'de Donington festivalinin hissettirdiklerini yaşatamadı... tüm doğrular bir daha aynı anda bir araya gelemedi...

Donington 88'in ortamını biraz olsun görmeniz için... Iron Maiden'dan konserin açılış parçası, Moonchild...







14 Ağustos 2009 Cuma

War is a drug...

Son birkaç yıldır seyrettiğiniz tüm Irak savaşıyla ilgili filmleri unutun...

Kathryn Bigelow ( K-19, Point Break, Strange Days ), Irak savaşına politik yaklaşmayan, onun hiç görmediğimiz bir yüzünü sergilediği yeni filmiyle sinemaya görkemli bir dönüş yapıyor... Irak'a ilişkin daha önce film yapan yönetmenleri tek geçiyor...(Erkek filmlerini erkeklerden daha iyi çekebilen tek kadın yönetmen)

Hurt Locker, Irak'ta görevli bir bomba imha ekibinin ülkelerine dönmeden önceki son 39 gününü biraz da belgesel tadında anlatan ayakları yere basan bir film.

Üç kişilik Bravo bomba ekibi bir görev sırasında liderlerini kaybeder. İşin ehli pervasız Çavus William James burada devreye girer ve grubun yeni lideri olur. Ancak onun ölümle alay edercesine oynadığı oyunlar, takım arkadaşları ile uyumlu çalışmasını zorlaştırır.

Farklı karakterdeki üç askerin birbirleriyle çatışması, savaşın çirkin yüzü, paranoya ve dünyanın en stresli işi Çavuş James'e cehennemi yaşatsa da, gizliden bir çeşit bağımlılık da yaratır... Ölümle her gün burun buruna gelen Çavuş James'in Iraklı bir çocukla kurduğu bağ ise hikayenin belki de en insancıl yönüdür... bir yere kadar...

Şafak sona erdiğinde ise Çavuş James için yeni bir sınav başlayacaktır.. Ya normal hayatına uyum sağlayacak, ya da o çok bildiği tehlikeli işin çağrısına kulak verecektir... Filmim başında ekranda görünen ''War is a drug'' cümlesi, hikayenin sonunda anlam kazanır...

Yönetmen Bigelow, Hurt Locker'da çok iyi iş çıkartıyor... kamera teknikleriyle izleyiciyi bir nevi filme dahil ediyor... Gazeteci-yazar Mark Boal'ın Irak'ta görev yaptığı dönemlerden esinlenerek kaleme aldığı senaryo da birinci sınıf.

Çavuş James rolündeki Jeremy Renner ise çok doğru bir seçim... Filmde yıldız yok diye de üzülmeyin zira, Ralph Fiennes, Guy Pearce, David Morse ve Evangeline Lilly (gözler parlıyor) kısacık rolleri ile filme renk katıyor.

Ritmi bazen düşse de, bomba imha uzmanlarının nasıl çalıştıklarını en ayrıntısına kadar anlatan, yüreğinizi ağzınıza getirecek sahnelerle dolu, gerçek bir aksiyon, psikolojik gerilim ve savaş filmi Hurt Locker... Kesinlikle yılın en iyilerinden...



13 Ağustos 2009 Perşembe

Ustaya saygı...

Öyle filmlerin öyle sahneleri vardır ki, bir şekilde hayatınızda yer eder... Genelde en büyük korkularınızı ortaya çıkarır ve yaşadığınız sürece derecesi zaman zaman değişse de orada kalır, çöreklenir... Pusuya yatar, gün yüzü göreceği vakti sabırla bekler... çocukluğunuzdaki öcülerin aslında sadece o dönemlere ait olmadığını kanıtlamak istercesine... O hep sizin içinizdedir...

Tıpki, Jaws'ı seyrettikten sonra, denizde açıldığınızda bir anda aklınıza gelip, kalp krizi geçirtecek bir hızla kıyıya doğru yüzmek gibi... (Ne yazık ki köpekbalıkları karınlarının yüzeye değdiği yere kadar kıyıya yaklaşabildiklerinden, bu nafile bir çaba olurdu)

Ya da Boogeyman'i seyredip açık kalmış dolapları gecenin bir yarısı kalkıp kapatmak, yatak altından birşeylerin çıkacağı endişesiyle ayaklarınızı bir anda yorganın altına çekmek gibi,

Ya da, Fatal Attraction'ı seyredip, eşinizi aldatacağınız varsa, bir kez daha düşünmekte fayda göreceğiniz gibi...

Ama aralarında bir tanesi var ki, bizlere artık duşa girmenin pek de tekin olmadığını yıllar öncesinde öğretmiştir...

Psycho ve o meşhur duş sahnesi...

Her bıçak darbesinde ''Iyk, ıyk,ıyk'' diye ses çıkaran keman sesleriyle tüyler ürperten, teknik açıdansa nasıl çekildiği hala tartışılan o klasik sahne...

Şanslıyım... filmin ana karakterlerinden olan ''Bates evini'' ABD'de Universal Studios'da görme fırsatım oldu... Gündüz gözüyle bile ürkütücü... Tepede öylece bekliyor... Karanlık, eskimiş ve yalnız... Sanki anne Bates'in sulueti üst kattaki camda görünecek ve oğluna o yırtıcı sesiyle son bir kez seslenecekmiş gibi geliyor... Normannnnnnnnn....

Bugün doğan usta yönetmen Alfred Hitckcock'un (13.08.1899- 29.04.1980) anısına...



11 Ağustos 2009 Salı

Eskilerde kalmak...

Basın toplantısı için bakanlığa gidiyorum... Sevimsiz bir giriş kapısı... Kontrolden geçiyorum, kimlik gösteriyorum... Bankın arkasındaki ses, A bloğa gitmemi söylüyor... Oysa ben toplantının B blokta yapılacağını biliyorum... Ses çıkarmıyorum... Bir kaç adım atıyorum ki, arkamdan bu kez bir güvenlik görevlisi, bana toplantının B blokta olacağı uyarısında bulunuyor, kibarca... İçimden "Siz yokken biz buradaydık" diyorum...

Nizamiye yapılmadan önceki zamanlar ne kadar da farklıydı... Kapıdaki arkadaşlar bizi tanır, aramızda küçük sohbetler bile geçerdi... Ne kimlik, ne tarama... Aslında elini kolunu sallaya sallaya bir bakanlığa girmek de pek görülmüş değil ama, ben işin insani tarafını özlüyorum...
...

Irak savaşı dönemi... Diplomasinin yükselişte olduğu günler... Sabah akşam bakanlıktayız... Binanın giriş katı basın ordusu tarafından işgal altında... Gelen giden konukların haddi hesabı yok... Haber üstüne haber... Yoruluyoruz ama bir o kadar da keyif alıyoruz... Diplomaside olmadığı kadar sıkı bir kadro var, acayip bir de rekabet... Muhabir olduğunuzu hissettiğiniz yıllar...

İş yoğunlaşıp, kalabalıklaşınca bizi bakanlıktan uzaklaştırmak için yapıyorlar bir klübe... ya da bazılarının dediği gibi Medya Plaza... Artık günlerimiz talaş kokusu içinde, kışın soğuk, yazın sıcak derme çatma bir yapının içinde geçiyor... Bahar ve yaz ayları favorim... Haber molalarında plastik sandalyeleri dışarı atıyor, bir güzel kaynatıyoruz... Kimi zaman sohbet, kimi zaman oyun (sayı bulmaca-sessiz sinema), kimi zamansa güneşleniyoruz... Müsteşar saatleri... ardından alışkanlık yapan Cuma rutinleri... Tüm gün bakanlıktayız...

Bütün gün dışarıda kalıp, aç kalmak olur mu... Kantin artık en yakınımız... Köme, Kukla, Ciğer 52, Happy Days kurtarıcılarımız... O zamanlar bakanlığın bahçesindeki küçük işletme ise işin bonusu... Çarşambaları balık yiyoruz...

Tüm bu görüntüler, toplantının yapılacağı binaya gidene kadar gözümde bir bir canlanıyor... O dönemden pek birşey kalmamış artık... Herşey, herkes yabancı...

Toplantı bitiyor... Sözcünün çevresi sarılıyor, başlıyor bir terane... Arkadan izliyorum... Yeni yeni suratlar... Tanıdıkları gözlerim arıyor, üç ya da dört... Topluca hareket etme, sosyalleşme devirleri çoktan geçmiş...


Aynı tatsız durum iş yerinde de yaşanıyor bu aralar... Önce Nihat'la Senem, sonrasında Duygu ile Başak... Şimdiyse Aslı ve Mehmet gitmeye hazırlanıyor...

Demirbaş misali kalıyoruz Gülsen'le geride... Her defasında yeniden başlamak zor geliyor artık... Alışmak, alıştırmak... Sen de git diyorlar... Birkaç gün kafam karışık dolaşıyorum... Sonunda, "Belki başka ve iyi şartlarda olsaydı" diyorum...

Kalıyoruz yerimizde... Eski yerimizde yenilerle...

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Blogunuz az mı tıklanıyor...

Blog işine bulaşınca önce kendim için yazmaya başladım... Yazarken acayip keyif alıyorum... Bir çeşit rahatlama diyelim... Hayal gücümü, deneyimlerimi, benle ilgili ne varsa hepsini, biraz da esprili bir dille kayıt altına almak hoşuma gidiyor...

Ama bir süredir fark ettim ki, yazılarım başkaları tarafından da okunsa hiç fena olmayacak... Ev halkı, eş, dost... bir kısmı yazılarımı takip ediyor... zaman içinde beni tanımayanların da yazılarımı fark edip, ilgilenmelerini umuyorum... Aslında bunun için bazı yolların olduğu aşikar... Teknik açıdan bazı yardımcı sitelere üye olmaktan ya da popüler sitelere yorum yazarak farkına varılmaktan bahsetmiyorum... Onlar daha sonraki ve göreceli olarak zahmetli aşamalar...

Blog dünyasının en popüler kişisel sitelerine baktığınızda, ortak birşeyler keşfetmek pek de zor olmuyor... İlişkilerini ve günlük hayatlarının balladıra ballandıra yazan lolitalar, Sex and the City özentisi daha büyük hatunlar ve birbiriyle çapkınlıkta yarışan çeşit çeşit zamparalar... Yani soft ya da hard rengarenk sex günceleri... Bu minvalde birşeyler yazıyorsanız, keşfedilip, tıklanma sayınızı artırmanız an meselesi... Bazılarına ben de göz atıyorum, ama genelde gerçek isimlerini vermeden, klavyeyi durmaksızın tuşlayan bu blogcuların, yaşadıklarından çok, yaşamak istedikleri hakkında yazdıklarını düşünüyorum......

Peki bu tarz siteler neden ilgi çekiyor... İnsanlar diğerlerinin mahrem dünyalarına tanıklık etmeye neden bu kadar hevesli... Neden sex... Neden dünya yuvarlak... Neden Halis Toprak kendinden yüz yaş küçük biriyle evlendi ya da Neden Ali Kırca'nın sex videosunda Sezen Aksu şarkısı çalıyor...

Bu durumda, yazan da okuyan da sanal bir dünyada aynı anı ya da fantazi aracılığıyla bir bağ kuruyor...Ya röntgencilik ya da teşhircilik söz konusu işin gerçeği...

Peki, yatak odası fantazilerini bir sitede anlatmakla, günlük hayattan kareleri yazmak arasında bir fark var mı... Özelini paylaşmaksa, her ikisi de aynı kapıya çıkmıyor mu... O halde popülerlik yazardan çok, farklı içeriği seçip okuyanlarla mı ilgili aslında... Hadi bakalım... Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık ya da iki ucu poklu değnek...

Bundan sonraki yazımda kırmızı noktalı bir anımı anlatırsam şaşırmayın.........
Çok beklersiniz, In your dreams, ya da kalabalıkda bile arkadaşlarınıza sessizce yapabildiğiniz, tuhaf bir surat ifadesiyle, parmak maharati gerektiren o ayıp ama komik el hareketi...

Hot bir anekdot yerine size ilginç, bazılarınıza ise iğrenç gelebilecek bir haberle yazıyı noktalıyalım istiyorum... Brezilya'da su tasarrufu için yeni bir kampanya başlatılmış... Sloganı, ''Çişinizi duşta yapın, Atlantik yağmur ormanlarını koruyun''... Böylece sifonu günde bir kez bile az kullanarak, yılda hatırı sayılır oranda tasarruf yapılması amaçlanıyor... Ne yaratıcı fikir di mi... Demek ki biz de yıllarca ormanlarımızın ayakta kalmasına bilmeden yardımcı olmuşuz... İğreeeenç.... Şaka, şaka..... Önce hijyen...


8 Ağustos 2009 Cumartesi

Komedi...

Mizahı sevmem... Seyretmekten de, okumaktan da pek hazetmem... Ama blogumda bunun tersini sergileyen bir izlenim veriyorum, biliyorum... Sanırım bu blog işi, bana çoktan unuttuğum bir yönümü tekrar hatırlamamda yardımcı oluyor...

Gençlik yıllarımda, arkadaş grubumu etrafıma alıp, kırıp geçirdiğim günler çoktan geride kalsa da, demek ki hala içimde kıpırdayan birşeyler mevcut... It's alive !!!

Gençlikte o yılların verdiği doğal bir muzurlığın yanı sıra, mizahı tiyatro, diziler ve sinema sayesinde keşfediyorum... Komediyi önceleri özel tiyatrolardan takip ediyorum... Devekuşu Kabare, Nisa Serezli-Tolga Aşkıner ya da Gönül Ülkü-Gazenfer Özcan tiyatroları turneye çıktıklarında kaçırmıyorum... Sonra televizyonlardaki diziler... Kaynanalar, Laf Ebesi, Olacak o kadar, Kuruntu Ailesi ve yakın tarihten Bir Demet Tiyatro....aklıma yer ediyorlar... Komediyi en az tercih ettiğim yer ise Türk sineması... Tiyatroda harikalar yaratsalar da Metin Akpınar-Zeki Alasya beyaz perdede iki seksen yatıyor... Kemal Sunal filmlerini ise hiç bir zaman sevmiyorum... Başrol oynadığı filmlerinden çok, o meşhur kadroyla yaptığı aile filmlerini seviyorum. Yeni yetmelerin gişe rekortmeni filmlerini ve karakterlerini ise hiç...

Şimdilerse ise ekranlarda yeni bir furya esiyor. Hemen hemen her büyük kanalda genç bir kadroyla hazırlanan skeç programları... ''Çok güzel hareketler bunlar, lobolobo loploplop'' sanırım en popüleri... Bu işte aslında geç kalındığını düşünüyorum... Türkiye gibi komedi açısından malzemesi ve takipçisi bol bir ülkede, çoktan mesafe kaydedilmeliydi...

Yazının başındaki mizahı sevmem ifadesini değiştiriyorum... ucuz ve sıradan mizahı sevmem... Durum komedileri, siyasi taşlamalar ya da mesaj kaygılı zorlama espiriler... bunlardan bahsediyorum... Neyse ki şimdilerde yavaş yavaş bu geleneklerden gençler sayesinde uzaklaşıyoruz... (Levent Kırca'ya ''Get a life'' demek istiyorum...It's over man)

Dediğim gibi, komedi, sinemada belki de en az izlediğim tür... Bu türde pek bir müşkülpesentim doğrusu... Sadece Türk değil dünya sinemasında da beğendiğim komedi filmleri sayılı... Mel Brooks'un Silent Movie'si ve Peter Sellers'ın Party'si ilk aklıma gelenler... Evdeki arşivime bakıyorum da, tek başına komedi filmi (romantik komedi değil) yok gibi birşey...

Bence bu işi en iyi İngilizler yapıyor. Espiri anlayışları tam bana göre... (Soğuk nevale yakıştırmalarına ne de uygun)

Son yılların parlayan ismi ''Simon Pegg''in filmlerinden daha önceki yazılarımdan birinde bahsetmiştim... Bir göz atın derim... Ama benim asıl sözünü etmek istediğim İngiliz dizileri... ''French and Saunders'', ''Absolutely Fabulous'', ''Keeping up the appearances'' aklıma gelen bir kaçı... BBC'de ya da internette yakalarsanız kaçırmayın, ben kaçırmıyorum... (Bir de, Talk Show'da Dame Edna'nın üzerine tanımıyorum, ama o Avusturalya'dan, my possums...)

Yazıyı, İngiliz komedisi deyince ilk akla gelen isimlerden, ''French and Saunders'', ''Absolutely Fabulous'' gibi dizilerin yaratıcılarından Jennifer Saunders'ın bir parodisi ile sonlandırmak istiyorum... İşte size onun yaratıcı yeteneği ve zekasından göz yaşartacak kadar güldürebilen bir örnek... Karşınızda, Aimless Morris Minor...

7 Ağustos 2009 Cuma

Ya adım Nazmi olsaydı...

Bebek bekleyen anne babalara isim konusunda ipuçları...

Annem beni rüyasında görmüş... İki kız evlat ve aradan geçen on yılın ardından bir erkek çocuk hayaliyle doğurmaya karar vermiş... Hayallerinin gerçek olup olmayacağını görmek için dokuz ay beklemiş...Uhh... Neyse ki doğum sonrası herkesin suratı gülüyormuş... Rüyaları gerçek olduğu için ilk adımı Murat koymuş... Anlaşılabilir bir neden...

Gerçek adıma karar verilmesi ise, işte o biraz karışık... Adaylar arasında hatırlayabildiğim isimler şöyle : Göksel (Babam pilot ya), Tansel (İlla ki sel olacak), Tanju ( Konuşmak bile istemiyorum), Kanat (yine babam pilot ya) ve büyükbabamın adı Nazmi (Help)... Çok umut veren bir liste değil di mi... Kazananı biliyorsunuz.. Anlamı ise Gökle ilgili demek TDK'da...

İsim konusunda sabıkalı bir aileden geliyorum... Babamın adının Nedret, büyük ablamınkinin ise Necdet olduğu düşünülürse... Bu işte bir yanlışlık var dediğinizi duyar gibiyim, bıyık altından gülümserken... Yok, nüfus müdürlüğünün hatası falan değil... Olay şöyle... Halamı genç yaşta kaybeden babaannemler ilk torunlarına kızlarının anısını yaşatmak üzere Necdet ismini vermişler... Yani ailede aslında iki Necdet var... Bizimkiler Necdet'in kız ismi olduğunda ısrarlı... Bu ismin, erkek ismi Nejdet ile karıştırıldığını söylüyorlar. Ortada bir "c" ve "j" karmaşası var anlayacağınız...

Ablamın isim konusundaki talihsizliği bununla da bitmiyor... İsmi Necdet olduğu yetmiyormuş gibi, göbek adını da annanemin ismi Hayriye koyuyorlar... Yazıktır ya... Ablam genç kızlığında isminden öyle çekmiş ki, değiştirmeyi bile düşünmüş... İsimlerin insanla üzerinde yarattığı baskıya bakın siz... Ablam hala telefonlarda ya da girdiği sıralarda bay-bayan karışıklığını yaşıyor ama artık umursadığını pek sanmıyorum... Bababın ismine gelince, onun için bir şey söyleyemeyeceğim... Yeterli veri yok çünkü...

Sibel'in ailesinin de benimkinden kalır yanı yok hani, Merse, Mücevher, Mafize ve Tamam aklıma gelenlerden bir kaçı... Yanlış okumadınız Tamam...

Yetişkin olduğunuzda ise iş biraz değişiyor... İsim kişiliğinizin bir adım gerisine düşüyor, önemsizleşiyor... Ablamı ve babamı başka isimlerle düşünemiyorum bile... Öyle bütünleşmişler ki... Yaşanmışlık... Bu kez isminize o yön veriyor ve kişiliğinizle bir bütün oluyor...

Bebek bekleyen arkadaşlarımın isim bulma konusundaki heyecanlarını, sıkıntılarını, endişelerini ve eşleri ya da büyükleriyle olan tartışmalarını anlayabiliyorum... bunun hayati bir mesele yapılmasını ise hayır...

Bizdeki tartışmalar bebeğimizin kız olacağını öğrenmemizle son buldu... Yıllar önce oğlum olursa koyarım diye düşündüğüm Arpat adı kimseden kabul görmemişti zahar... Ada ismini ise berberim buldu... Onun da küçük bir oğlu vardı... Bir gün sohbet sırasında kıza isim bulup bulmadığımızı sordu ve bir dizi yeni moda isim saydı... Tek dikkatimi çeken isim Ada oldu... Bir anda sevdim... O anda kızımın ismini bulduğumu anladım... Sibel'le paylaştım, o da tamam dedi... Ada'nın yanına, zaten ikimizin de üzerinde anlaştığı Nil'i de koyunca, kızımızın adı tamamlandı... Unisex olsa da bence kızlara daha çok yakışıyor... Tıpki Göksel isminin erkeklere yakıştığı gibi...

Her çocuk kendi karakteriyle dünyaya geliyor... Onu değiştirebilmek pek mümkün olmuyor aslında, yalnızca onun üzerine birşeyler kurabiliyorsunuz... O maharet de size kalmış artık... İşte çocuk büyütme denen bu zorlu işi başarabiliyor ve düzgün bir insan yetiştirebiliyorsanız, isim misim hikaye... Kişilik ismi ezip geçiyor zamanla...

Nazmi ismine gelince... Ne yani, adım Nazmi olsaydı beni daha az mı severlerdi... Hem gençken olduğu gibi, bu yaşımda kulağıma o kadar da kötü gelmiyor... Sibel'in yaşlılığımızda bana seslenişini hayal edebiliyorum... "Nazmi bey, huuuuuu...." Hoşuma gidiyor...

Kıssadan hisseler...

-Bebeğinizin adını eşinizle birlikte koyun... daha iyisi siz koyun, ikincisini sen koyarsın diye onu kandırın...
-Cinsiyeti belli olmadan bebeğiniz için isim aramayın,
-Aile büyüklerini memnun etmek için bebeğinize isim koyacaksınız, iki kez düşünün,
-İki isim koyacaksanız bari birinde insaflı olun,
-İsim koyarken çocuğunuzun okul çağlarını dikkate alın,
-Özenin ama fazla kafa yormayın, hiç ummadığınız bir anda aradığınızı bulabilirsiniz,
-İsimlere büyük anlamlar yüklemeyin... Harika ismini koyduğunuzda kızınızın bir afet, Fatih ismini koyduğunuzda da oğlunuzun sultan olamayabileceği gibi...





2 Ağustos 2009 Pazar

Suç mahali itinayla temizlenir...

Girişimci ruha sahip olmak başka... Akla gelmedik en olmaz işlerde bile insan kariyer sahibi olabiliyor... Farklı bir bakış açısıyla Sunshine Cleaning, bu görüşü destekleyen bir film... tabi biraz dram, biraz da komedi takviyeli...

Sunshine Cleaning, çarpıcı bir sahneyle açılıyor... Bu sahneyi izleyenlerin tüm film hakkında yanlış bir beklentiye girebilecekleri kadar hemde... ''Adamın bir parçası buraya sıçramış...'' İyi ve risk alan bir senaryo...

Rose, oğlunu tek başına büyütmeye çalışan, bir otelde temizlikçilik yapan, otuzlarında lisenin eski ponpon güzelidir... Ancak sorumluluğu sadece oğluyla bitmez... Babasıyla yaşayan zıt karakterde bir de kız kardeşe sahiptir. Norah...

Evli bir polisle ilişkisi olan Rose, bir gün oğlunun okulda sorun yaşaması ve özel bir okula gönderilmesi konusunun gündeme gelmesiyle, yeni bir iş arayışına girer... Yaratıcı fikir erkek arkadaşından gelir... Suç mahali temizliği karlı bir iş olacaktır... Rose, Norah'ı da yanına alarak, intihar eden, cinayete kurban giden ya da eceliyle ölen insanların arkalarını toplamaya başlar... Önceleri tedirginlik ve iğrenerek yapılan iş, bir süre sonra olağan, hatta zaman zaman eylenceli hale gelecektir... Taa ki dikkatsiz bir kazaya kadar...

(ABD'de suç mahali temizliğinin bir sektör olduğundan yola çıkarak, ülkemizde de bu mesleğin, üçüncü sayfa haberlerini gördükçe, popüler olmasının zaman meselesi olduğunu düşünüyorum...)
Bu arada, Rose'un uyum sağlamakta zorlandığı, hayatta göreceli başarılı olmuş lise grubuyla ilişkisi, evli sevgilisiyle diyaloğu, tek kollu Winston ile arkadaşlığı filmin yan hikayelerini oluşturur... Toplumda kadının yeri, tek ebeveyn olmak gibi sosyal konulara da değinen hikaye, iki kız kardeşin çatışmaları ve annelerinin kaybı karşısında gösterdikleri farklı başetme yöntemleriyle dramatik örgüsünü tamamlar...

Filmdeki espiri anlayışı dikkate değer. Arabada Rose, oğlu ve Norah arasında geçen "Bastard" muhabbeti ya da Norah'ın yeğenine anlattığı hikaye ve sonunun nereye vardığı örneğinde olduğu gibi...

Aile olabilmek, yaşama tutunmak ve seçim yapmak üzerine sıcacık bir film Sunshine Cleaning... suç mahali temizliği kısmına rağmen...

Little Miss Sunshine'ı sevdiyseniz, bu filmi de seveceksiniz... Zira, yapımcılar aynı... Filmlerin afişlerindeki benzerlik ve isimlerinde ortak kullanılan "Sunshine" kelimesi de cabası... Ayrıca, her iki filmde de ailenin dedesini oynayan kişinin Alan Arkin olması, pes dedirtecek cinsten... Tabi bu filmde Arkin, Oscar aldığı Little Miss Sunshine'a göre çok daha düşük pofilde oynuyor... Winston'u canlandıran Clifton Collins Jr da hiç fena değil...

Film başarısını, günümüzün en yetenekli genç oyuncularından ikisine ve bu oyuncuların inanılmaz uyumuna borçlu...Amy Adams ve Emily Blunt... Blunt, benim son yıllarda en çok beğendiğim yeni yıldızlardan biri. Ve İngiliz... (Devil wears Prada, Wind Chill)

Yönetmen Chiristine Jeffs'in Silvia Plath'ın hayatını konu alan "Silvia" filminden sonra kamera arkasına geçtiği "Sunshine Cleaning", yer yer hüzünlendirse de, sonunda suratınızda bir gülümseme bırakan hoş bir seyirlik...

Konu Başlıkları