26 Eylül 2009 Cumartesi

8.5'dan 9...

Nine, İtalyanların efsane yönetmeni Federico Fellini'nin otobiyografik filmi 8.5'dan uyarlanan bol ödüllü Broadway müzikalinin beyaz perdeye aktarılmış hali...

Fellini ve hayatındaki kadınların anlatıldığı Nine'ın yönetmeni, daha önce bir başka müzikal olan Chicago ile Memoirs of Geisha'dan tanıdığımız Rob Marshall...

Filmin kadrosu ise oldukça çarpıcı... Daniel Day Lewis, Marion Cotillard, Penelope Cruz, Nicole Kidman, Judi Dench, Kate Hudson, Sophia Loren ve Fergie...

Guido Contini adlı dünya çapında ünlü bir yönetmenin hayatından kesitler sunan hikaye, yönetmenin orta yaş krizi ve ilişkilerini anlatıyor... Müzikalin müzikleri ise Maury Yeston imzası taşıyor...

Ödül sezonundan önce görmeği umuyoruz...







25 Eylül 2009 Cuma

Rock klasikleri 1...

LED ZEPPELIN- I (1969)


Good times, bad times
Babe, I'm gonna leave you
You shook me
Dazed and confused
Your time is gonna come
Black mountain side
Communication breakdown
I can't quit you baby
How many more times


Rock dünyasının en iyi gruplarından biri... eğer en iyisi değilse...

Robert Plant.......... Vokal
Jimmy Page............Gitar
John Paul Jones.....Bas
John Bonham.........Davul





24 Eylül 2009 Perşembe

U2....sonunda...

U2'nun gelecek yıl "360 degrees" turu kapsamında İstanbul'da bir konser vereceği grubun internet sitesinde yayımlandı.

"Hep bir gün" diye beklenen o tarihin kesinleşmesini "Yehaaaaaa" nidalarıyla kutluyoruz...

Hoş son birkaç albümlerini eskileri kadar dinlemesem de, Joshua Tree, Rattle and Hum, Achtung Baby (favorim...Ahh Amerika yılları), Zoorapa ve Pop yeter de artar bana...

6 Eylül 2010'da İstanbul- Atatürk Stadyumunda buluşmak üzere...









23 Eylül 2009 Çarşamba

Lars Von Trier-Antichrist...

Uh!!! Hakında yazması zor bir film daha... Lars Von Trier'in son filmi Antichrist...

''Breaking the waves''i izlediğimden beri yönetmenin her yeni filmi öncesinde nedense biraz gergin oluyorum… Haneke kadar olmasa da, seyirciyi rahatsız etmede oldukça başarılı bir isim Lars Von Trier…

Filmi seyredince, Cannes'de kopan gürültünün neden kaynaklandığı anlaşılıyor... Filmde sergilenen çıplaklık ve şiddetin dozu herkesin kaldırabileceği cinsten değil... Hikaye ve anlatımı ise seyirciyi zorlayan cinsten... Ama diyeceksiniz, Trier zaten entelektüel seyirci için yapmıyor mu filmlerini...

Bu arada, klasik bir korku filmi beklentisi içinde olanlar, çok yanılırlar...

Film, Nietzsche'nin aynı isimli kitabından alıyor adını... Antichrist... Yönetmenin başucu kitaplarından... Son dönemde geçirdiği bunalım da göz önüne alınırsa, yönetmenin böylesine depresif ve Freudyen bir film ortaya çıkarması şaşırtıcı gelmiyor...

Kadınlar, özellikle erkekler tarafından yönlendirilmeye çalışılanlar üzerine hikayelere ilgi duyan Trier, aslında bu filmde de kuralı bozmuyor…

Yönetmen hikayeyi, giriş ve sonuç dahil olmak üzere altı bölümde anlatıyor... Giriş, filmin bence en etkileyici bölümü... Kadın ile erkek kendilerinden geçmiş sevişirken, yan odada küçük oğulları açık kalan pencereden düşer ve hayatını kaybeder... Seyirci bu iki olayı, yavaş çekim ve siyah-beyaz izler... Arka planda ise Handel'den bir arya çalmaktadır...

Sonuç, görsel bir başyapıt... Bölümün, seyirci üzerinde bıraktığı etki muhteşem... (Bu arada, seyirci karı-kocanın sevişme sahnesinde ilk şokunu yaşar...)

Film, bundan sonra adları hiç geçmeyen kadın ve erkeğin, yaşadıkları bu acı olayın üstesinden gelebilme çabalarıyla devam eder...

Psikolog olan adam, kadının oğlu ile sık sık gittiği, aslında bilinçaltında korktuğu, ormandaki bir kulübeye yeniden dönmeyi tedavi için gerekli görür... ancak karı-koca burada acı, acı olduğu kadar da ürkünç bir sınav verecektir…

Olaydan kendini sorumlu tutan kadının, acısını seks aracılığıyla dindirmek istemesi, kocanın ise karısını kendi tedavi etme ısrarı, ikili arasındaki ilişkiyi seks ve şiddetin pençesinde geri dönülemez bir noktaya getirir...

Hikaye, hayal, absurd ve gerçeklik olgularının yer aldığı insanın insana ve doğaya karşı duruşu ve mücadelesinin anlatıldığı çarpıcı bölümlerle devam eder... Görselliği ön plana çıkan sahnelerin anlatımı o kadar başarılıdır ki, hikayedeki ölüm habercilerinden olan tikinin ağzından ''Chaos reins'' sözcüklerinin çıkması bile çok abes durmaz...

Kadının şeytan ve cadılık gibi konularla ilgili çalışmalarının keşfedilmesi, oğullarında ayakkabıları ters gidirildiğinden oluşan bozukluğun doktor raporunda ortaya çıkması.... filmin seyrini değiştirir... Konuları birleştiren erkek, kadını kötülük kaynağı olarak görmeye başlar... Kadının hayal olup olmadığını anlayamadığımız kaza anına tanıklık yaptığı ancak müdehalede etmediğine ilişkin imgelemeleri ise kafaları karıştırır….

Ölümü simgeleyen geyik, tilki ve kargadan oluşan üçlünü ortaya çıkmasıyla, hikaye karı kocanın yaşam mücadelesine dönüşür… Çift son kez kanlı bir oyun oynayacaktır…(Seks ve şiddet seyircinin ağzını açık bıraktırır…)

Trier, yazıp, yönettiği filmindeki anlatımının benzerliği nedeniyle, filmin sonunda Rus yönetmen Andrei Tarkovsky'i de anmayı ihmal etmiyor...

Oyunculuğa gelince... Filmin iki oyuncusundan Willem Dafoe inandırıcı bir performans sergilerken, Charlotte Gainsbourg oyunculuğuyla daha ön plana çıkarak, övgüyü hak ediyor…

Antchrist’i yüceltenler kadar, yerenler de olacaktır… ama bunun, filmin Trier sinemasında önlerde yer almasına engel olacağını sanmıyorum…





Antichrist trailer
by Entertainments23

22 Eylül 2009 Salı

Pearl Jam...

Seattle kökenli Grunge müziğinin en önemli temsilcisi Pearl Jam, dokuzuncu stüdyo albümü Backspacer ile yine beklentileri boşa çıkarmıyor...

Yield'den bu yana ilk kez prodüktör Brenden O'Brian ile işbirliği yapan gurup, bu sayede son bir kaç albümdür sürdüregeldikleri karamsar havayı bir nebze olsa atmayı hedefliyor...

Eddie Vedder'in beste ve söz yazarlığında da gözlemlenen bu hava değişiminde, Bush'un ardından Obama'nın yönetime gelmesinin de etkili olduğu kesin... Backspacer'da bu nedenle daha pozitif şarkılar yer alırken, sürelerin kısalığı ise dikkati çekiyor... Albümde ayrıca klasik P.J soundunun yanı sıra Pop ve New Wave esintileri yakalamak da mümkün...

Backspacer, grubun muhteşem ilk üç çalışmasından sonra sıralamaya girebilecek kalibrede bir albüm...

"The fixer" albümden videokilibi çekilen ilk parça... Yönetmen koltuğunda bu kez sinema dünyasından tanıdık bir isim var... Cameron Crowe... Jeremy'nin videosu ile zamanında tüm ödülleri toplayan grup, bundan sonra uzun süre klip yapmamaya karar vermiş, bu kararı ilk kez Yield albümünden Do the evolution için bozmuşlardı... (Bana bir zamanlar Metallica'nın popüler kültüre boğun eğmemek adına klip çekmeme inadını hatırlatıyor)

Albümdeki iki aşk şarkısı "Just breathe" ve "The End" ile "Amongst the waves" hemen dikkati çeken parçalar arasında yer alıyor. Ama benim en çok dinlediklerim, "Speed of sound" ve "Force of Nature"... Pearl Jam'i sevmeme neden olan en parlak dönemlerindeki parçalar kadar iyiler...

Hairband dönemini sonlandıran (ki çok üzgünüm) Grunge akımının günümüzdeki az sayıdaki temsilcilerinden olah P.J, ilk albümleri "Ten" çıktığından bu yana favorilerim arasında ön sıralarda yer alır... İlk albümlerindeki "Black" ise...söyleyecek söz bulamıyorum... 1993'de İstanbul'a konser için geldiklerinde Black'i söylememeleri büyük hayal kırıklığı yaratmıştı... Hatta inanamamıştım...

Her zaman kıyaslandığı Nirvana'yı ise hiç sevmedim...(Lithium hariç)... O dönemler ABD'de üniversite öğrencisiydim... Grunge patlamasına yerinde tanık olmanın ne demek olduğunu iyi bilirim... Nirvana'nın, Smells like teen spirit ile yakaladığı başarının üzerine yatan ve Kurt Cobain'in intiharı ile efsaneleşip, dönemin simgesi haline getirildiği düşüncesindeyim... Müzikalite olarak P.J'nin başarısına asla ulaşamadılar... (Tabi grup devam etseydi ne olurdu, onu bilmek mümkün değil)...

Bu arada, Ten'in, Neverdmind'dan önce piyasaya çıktığını biliyor muydunuz...

Neyse, biz Backspacer'a geri dönelim... PJ'nin kemikleşmiş hayran kitlesini fazlasıyla memnun edecek olan yeni albüm, gruba yeni dinleyiciler de kazandıracağa benziyor... Backspacer'in yılın en iyileri arasında yer alacağı kesin...







Pearl Jam

Eddie Vedder Vokal
Mike McCready Gitar
Stone Gossard Gitar
Jeff Ament Bas
Matt Cameron Davul



Unutulmaz sahneler 2...

Genişçe yap bu yatağı.
Huşu ile,
Kıyamet kopana kadar bekle içinde
Mükemmel ve zarif

Şiltesini düzgün tut,
Yastığını yuvarlak,
Güneşin sarı gürültüsüyle
Bozdurma bu yeri

Unutulmaz Sahneler için seçtiğim ikinci film, Sophie's Choice... Gelmiş geçmiş en iyi kadın oyuncu performansının sergilendiği film...

Meryl Streep'in ikinci Oscar'ını kucakladığı yapım, favori yönetmenlerimden Alan J. Pakula imzası taşıyor...

William Styron'un kitabından uyarlanan hikayede, Polonyalı göçmen Sophie, şizofren sevgilisi Nathan ve genç yazar adayı Stingo arasındaki üçlü ilişki, Sophie'nin 2. Dünya savaşı sırasında toplama kampında geçen günlerine flashback'ler yaparak anlatılıyor...

Filmde, oyuncu odaklı yönetmenlerden Pakula'nın işini ne kadar iyi yaptığına tanık oluyor, performanslara hayran kalıyorsunuz... roman uyarlaması senaryo inanılmaz derecede güçlü... Marvin Hamlisch'in müzikleri ise olağanüstü...

Unutulmaz sahnelerle dolu filmden sahne seçmek !!! hayli zor... Streep'in olduğu her sahne, ayrı güzel... büyüleyici...

Savaşın acımasızlığını ve insanlar üzerinde bıraktığı etkiyi en iyi anlatan filmlerden bir olan Sophies choice'un en can alıcı sahnelerinden biri...




Sophie aslında sadece çocukları arasında seçim yapmıyor... Filmin final sahnesi... Klasik...

http://www.youtube.com/watch?v=ujoxG_xPfeI


Filmdeki Emily Dickinson şiiri...

-Ample make this bed-

Make this bed with awe,
In it wait till judgment break
Excellent and fair

Be its mattress straight,
Be its pillow round,
Let no sunrise's yellow noise
Interrupt this ground.


-Genişce yap bu yatağı-

Genişçe yap bu yatağı.
Huşu ile,
Kıyamet kopana kadar bekle içinde
Mükemmel ve zarif

Şiltesini düzgün tut,
Yastığını yuvarlak,
Güneşin sarı gürültüsüyle
Bozdurma bu yeri

Sophie's Choice

Yönetmen: Alan J. Pakula

Oyuncular: Meryl Streep, Kevin Cline, Peter MacNicol


21 Eylül 2009 Pazartesi

Uganda...

Tatillerimi merak ettiğim ülkeleri gezerek geçirmeyi seviyorum... Bilmediğiniz bir kenti kendi başınıza keşfetmenin verdiği zevk hiçbirşeyde yok... Şanslıyım ki, dış politikayla uğraştığım için de, sık yurt dışına gitme fırsatı bulabiliyorum...

Tatiller hariç, iş için gittiğim ülkelerde her zaman etrafı gezme şansı olmuyor... Ama bir fikir edinmek için bile yeterli oluyor bu kısa ve yoğun geziler...

Uganda, şanslı olduğumuz iş gezilerinden...

İslam Konferansı Teşkilatı-Dışişleri Bakanları toplantısı için başkent Kampala'ya gideceğiz... Aşılarımızı oluyor, doktorun verdiği hapları gitmeden önce içmeye başlıyoruz... Sinekler için de tedbirimiz hazır...

Ankara, İstanbul, Dubai üzerinden Entebbe yapıyoruz... Zaten Uganda deyince Entebbe baskınından başka bir şey gelmiyor önceleri aklıma, bir de İdi Amin...

Karayoluyla başkente varıyoruz...

Arabada giderken bir kaç resim çekmeye çalışıyorum.










Hava süper...Herkesin yüzü gülüyor... Soruyoruz, anlatıyorlar... Burada insanlar yoksul ama tabiat ana öyle cömert ki, karınları tok olduğundan yüzleri gülüyor diye...

Toplantının yapılacağı Speke Resort Otel ise gerçekten görmeğe değer... Victoria gölü kenarında bir cennet... Dünyanını en büyük ikinci gölü olan Victoria'nın Uganda'nın yanı sıra Tanzanya ve Kenya'ya da kıyısı var...

Kayıtlarımızı yaptırıyoruz... İşimize bakıyoruz... Altı gün sürecek toplantı aralarında çevreyi gezme fırsatı buluyoruz, aslında yaratıyoruz...

Nil nehrinin doğduğu yer... Bir doğa harikası...


Fırsat buldukça Kampala çevresini geziyoruz... İnsanlar çok sıcak...

Özellikle bu kırmızılı kadını hiç unutmuyorum... Çocukların resmini çekerken, elindeki işi bırakıp koşarak bana doğru geliyor ve poz veriyor...


Bu arada yemek-içmek konusunda sıkıntı yaşamıyoruz... Muzlar harika... İsteyene çekirge kurutması da var...











Son gün Ekvator çizgisini görmek üzere sabahın köründe buluşuyoruz... Kampala'da yaşayan bir Türk bize iyilik yapıp götürecek... Yolda uyukluyoruz... Gözümüzü bir açıyoruz ki, tekrar Nil'deyiz... Birisi şöfor arkadaşa yanlış bilgi vermiş... Şans diyoruz...

Kampala'ya geri dönüyoruz...

Kampala'dan ayrılmadan önce toplantıya katılan konuklar için düzenlenen gösteriyi izliyoruz...










Dönüş...Entebbe Havaalanı... 2008


Güney Afrika Cumhuriyeti ve Kenya'ya da bir gün gitmek ümidiyle...


Away we go...

Sam Mendes yine başardı... Geçen yıl Oscarlarda nasıl es geçildiğini anlayamadığım yılın ve Mendes'in en iyi filmi Revolutionary Road'ın ardından, İngiliz yönetmen yeni filmi Away we go ile yeniden başarılı bir filme imza atıyor...

Away we go, bebek bekleyen bir çiftin üç kişilik aileleri için en uygun yeri, ''yuvalarını'' arama macerasının anlatıldığı bir yol filmi...

Başrollerde komedi dünyasının iki ismi var... Office'den John Krasinski ve Saturday Night Live'dan Maya Rudolph... İlk bakışta böyle bir film için tuhaf isimler olduğunu düşünseniz de, filmi izlerken Mendes'in ne kadar doğru seçimler yapmış olduğunu anlıyorsunuz... İki genç oyuncuya, yardımcı rollerde Jeff Daniels, Catherine O'Hara ve Maggie Gyllenhall gibi isimler eşlik ediyor...

Hikaye, Burt ve Verona'nın aşklarına tanıklık ettiğimiz sevimli ve yaramaz!!! bir sahne ile başlıyor... Neredeyse kususursuz bir ilişkiye sahip olan çift, evlenmeden de beraberliklerini uzun yıllar sürdürmeyi başarmıştır... Ancak bebek beklediklerini öğrenince, otuzlarında olmanın verdiği sorumlulukla da, daha düzenli bir hayat kurmanın gerekli olduğuna karar verirler...

Aynı kentte yaşadıkları Burt'un ailesinin bir süreliğine Avrupa'ya gitme kararının da etkisiyle, çift bebekleriyle yaşayabilecekleri ideal yerin arayışına girer...

Ve Burt ile Verona farklı yerlerde yaşayan yakınlarını ve arkadaşları ziyaret etmek ve uygun bir yuva bulmak ümidiyle yollara düşer... Kurmayı hayal ettikleri aile modeli için ip uçları arayan çift, eğlenceli ve öğretici yolculuklarının sonunda kendileri için en doğru yeri bulacaktır...

Hikaye, mizah yönü güçlü olsa da, hiçbir zaman abartıya kaçmayan bir çizgide ilerliyor... gizliden bir hüznü de içinde barındırıyor aslında... Her yeni kentte karşılaşılan tanıdık yüz ise, renkli karakterleriyle hikayeye tat katıyor...

Burt'un ailesiyle yenen yemek, kuzen LN ile geçirilen gün, Verona'nın aile hatıralarını anlatması ve Montrael'de striptiz clupdaki dans gibi komedi ile melodramı birlikte izleyebileceğiniz çok güzel sahnelerle dolu film...

Mendes'in bağımsız film tarzında çektiği yapım, 70'li yılların havasını da taşıyor . Sinematografi ve Alexi Murdoch'ın müzikleri de bir o kadar başarılı...






Away We Go - Trailer n°1
by 6ne_Web

20 Eylül 2009 Pazar

bayram...

Sibel ile Ada gittiler... Bu bayram yalnızım...

Yağmur var Ankara'da. Caddeden her araba geçişinde, tekerleklerin ıslak asfaltta çıkardıkları sesi duyuyorum... Camdan karanlık, puslu ve kaygan manzaraya bakıyorum... Zaman geçmiyor... Evi birkaç kez turluyorum... Uzun yıllar yanlız yaşamış ve yalnızlığı seven birinin, şimdi neden aynı keyfi alamadığına kafa yoruyorum... Pes ediyorum...

Işıklar sönük... Laptopda bir radyo açıp, koltuğa uzanıyorum. 80'lerin rock parçaları çalıyor... Cars, Foreigner, Boston, Journey.... Her bir şarkıda o yıllara gidiyorum...

Bayramın ilk saatleri... Birşey hissetmiyorum ya da farklı... Bayramla ilgili bloglarda yazılanlara göz atıyorum... Herkesin iyi kötü anılarını okuyorum... eski-yeni bayram çatışmaları, aile ziyaretleriyle, tatil anlayışı karmaşası ya da bayrama yüklenen anlamlarla ilgili hikayeleri...

Bir anı da ben bulmaya çalışıyorum... Net birşey çıkaramıyorum, bölük pörçük birşeyler canlanıyor kafamda...

Bir olaydan çok, hatırladığım şey sesler oluyor... Bayram sabahları beni mutlulukla uyandıran mutfaktan gelen çay kaşığının bardağına her değişte çıktardığı şıkırtılar... bir de gülüşmeler...

Bir gece önce bayram nedeniyle toplanan ailenin sabah mutfakta kaynatma sesleri... Büyük sayılamayacak bir mutfağa o kadar kişinin sığıp, birlikte kahvaltı etmesinin verdiği keyif ve eğlence...

Gülümseyerek ve heyecanla yataktan fırlar, mutfağa koşar, kendime bir yer açardım... Sevdiklerinle birlikte masayı paylaşmak, her kafadan çıkan sese kulak vermek, birkaç günlüğüne de olsa yeniden büyük bir aile olduğunu hissetmek... paha biçilemeyecek duygulardı...

Bunlar o zamandı, şimdi ise... aramızdan bazıları yok artık... bayramlarda büyük aile toplantıları da olmuyor... herkes büyüdü, zaman değişti, anlayışlar da...

Bayram sabahları o heyecanla uyanmıyorum artık...

19 Eylül 2009 Cumartesi

Black Robot...

Yeni bir grubun ilk albümünü dinlemek her zaman heyecan verici olmuştur. Black Robot kendi adını verdikleri ilk çalışmalarıyla hayli ümit vaad ediyor.

Black Robot, aslında Buckcherry'den ayrılan üç elemanın kurduğu bir rock grubu... Eski müzik tarzlarını geride bırakıp, klasik rock müziğini modern bir anlayışla yorumlayan grup, Buckcherry'in devamı olmaktan kurtuluyor.

Jonathan "JB" Brightman (bas), Yogi Lonich (gitar) ve Devon Glenn'in (davul) yanlarına Huck Johns'ı (vokal) alarak kurdukları grupta, AC/DC'den Rolling Stones'a kadar uzanan geniş bir rock yelpazesinin etkilerini görmek mümkün.

Albümde bu kadro yer alsa da, Lonich'in Chris Cornell'in grubunda çalması, Glenn'in ise farklı projelere katılması nedeniyle Black Robot, Brightman ve Johns'un yanı sıra Andy Andersson (gitar), Eli Wulfmeier(gitar) ve Daxx Nielsen (davul) ile yoluna devam ediyor...

Albümün açılış ve liste parçası Baddass, grubun etkileşim alanını gözlemlemek için güzel örnek. AC/DC etkisinin oldukça hissedildiği parça, albümün lokomatifi... JJ. Cale klasiği Cocaine'i ise albümün bir diğer artısı... Aerosmith vari Mama don't cry, albümün baladı I"m in love ve In my car ilginizi hemen çekebilecek parçalar.

Ama benim albümdeki favorim Nervous Breakdown...Rock, funk, blues karışımı parça kesinlikle birinci sınıf. Keşke bu tarzda daha fazla parçaya yer verselermiş albümde...

Huck Jones'un yorumunun oldukça etkili olduğu albüme göz atmasınızı tavsiye ederim...






18 Eylül 2009 Cuma

RunPee diye bir site…

Sinemada film izlerken çişiniz gelirse, filmin hangi sahnesini feda edebileceğinizi ve ne kaçırdığınızı öğrenebileceğiniz bir site RunPee

Akıllıca di mi… Yurt dışında film arası geleneği olmadığından, oralarda daha fazla işe yarayacağı kesin…

Sitenin kuruluş hikayesi de oldukça ilginç… Dan Florio, 2005 yılında King Kong’u seyretmek için bilet aldığında, filmin üç buçuk saat olduğunu hesaba katmamış… Filmin sonunu zor eden arkadaş, sinema izleyicilerini benzer sıkıntılardan kurtarabilmek adına Runpee adını koyduğu sitesinde hizmet vermeye başlamış…

Zaman içinde öyle popüler olmuş ki site, şimdilerde facebook, twitter gibi kanallardan da sevis veriyormuş…

Siteye bir göz attım… son izlediklerimden Halloween ll’nin neresini gözden çıkarmışlar diye… 32. dakika Dr. Loomis’in basın toplantısı… iyi bir seçim… yine de birden fazla bildik film için kontrol etmek lazım ki, siteye güven artsın…

Bu arada, seyirciyi uyarmayı da ihmal etmiyor site… Dr. Loomis’in sıkıcı sahnesinin ancak 4 dakika sürdüğünü belirtiyor ve hadi bakalım diyor… koştur…

Ama yarıda bırakılacak film var, bırakılmayacak olan var… Bu nedenle sitedeki klasikler bölümünü de gezindim… Şöyle Godfather gibi uzun ve başyapıtlardan ne var diye… daha çok popüler macara filmlerini seçmiş site… Florio’nun kendi zevki olabilir… Anlayacağınız Florio’nun daha çok film izleyip, RunPee molalarını belirlemesi lazım…

Biz Türkler akıllı adamlarız… Film arası diye birşey uydurmuşuz…isteyen ne ihtiyacı varsa karşılıyor… Yine de benim gibi kesintisiz film izleme arzusunda olanların çoğunlukta olduğu kanısındayım…

Önlemini alacaksın yani… Ya çok yiyip içmeyeceksin film öncesi ya da Runpee…

17 Eylül 2009 Perşembe

Carrey- McGregor iyi bir çift olur mu...

I love You Philip Morris... Jim Carrey'in yeni filmi...

Yandakine benzer kareler, film daha gösterime girmeden sansasyon yaratacak cinsten...

Carey'in başrolünü Ewan McGregor ile paylaştığı film, Steven Jay Russell adlı gay bir dolandırıcının gerçek hayat hikayesinden alınmış.

İyi bir aile babası olan Steven, yıllardır kendisini evlat olarak veren annesinin arayışı içindedir. Ancak annesini bulmak tüm hayatını değiştirecektir. Annesinin kendisini reddetmesinin ardından, Steven ailesini terk eder ve gay bir hayat sürmeye başlar.......

Yaşamını idame ettirmek için dolandırıcılak yapmaya başlayan Steven'in yolu, kaçınılmaz olarak hapse düşer. Steven burada gerçek aşkı Philip ile karşılaşır. Hikaye, Philip'in serbest bırakılmasından sonra, Steven'in ruh ikizi Philips'e ulaşmak için hapisten kaçma denemeleri ve ikilinin sıradışı ilişkisiyle devam eder...

Glen Ficarra and John Requa imzalı filmde Brokeback Mountain'dan sonra Hoolywood"un yeni gay çiftini izlemek ilginç olacak...

Fragmanı izledikten sonra Carey ile McGregor'un iyi bir çift olup olmadıklarına buyrun siz karar verin...





16 Eylül 2009 Çarşamba

Almodovar...

Pedro Almodovar'ın yeni filmi Broken Embraces, sevdiği kadını kaybeden bir yönetmenin, kimliğini reddederek, yeni bir kimliğe bürünmesi çevresinde gelişen, geri dönüşlerle anlatılan bir aşk üçgeni ve intikam hikayesi.

Film yapma üzerine kurulu Broken Embraces'de, bir Almodovar filminin olmazsa olmazları ''aldatma, seks, eşcinsellik ve aile sırları'' gibi temalar kullanılsa da, film, bildik Almodovar tarzından oldukça farklı...

Aşina olduğumuz eylenceli ve renkli tarzını biraz geri planda tutup, seyirciyi daha karanlık bir dünyaya götürdüğü filminde Almodovar, yine klasik filmlere yaptığı göndermelerle de sinema tutkusunu seyirciye bir kez daha hatırlatıyor...Senaryosunu da yazdığı film aslında bir yönetmenin hikayesini anlatıyor... Hayatının aşkını bir kazada yitiren Mateo Blanco, aynı kazada görme yetisini de kaybeder... Dünyaya küsen Mateo, Harry Caine kimliği altında senaryolar yazamaya başlar...

Bir gün ünlü işadamı Ernesto Martel'in ölüm haberinin gazetede çıkmasıyla, hikaye, 14 yıl öncesine gidip gelmelerle devam eder... Paraya ihtiyacı olduğu zamanlar telekızlık yapan Lena, bir gün ailesini zor durumdan kurtarmak için yaşlı ama güçlü ve zengin Ernesto ile yakınlaşır...çift bir süre sonra birlikte yaşamaya başlar.

Sinema aşığı Lena, bu tutkusunu gidermek için deneme çekimlerine katılır ve Mateo'nun filminde rol kapar... Kısa zaman içinde yönetmen-başrol oyuncusu aşk klişesi kendini gösterir... Kıskanç Ernesto, bir süre sonra şüphelenir ve oğlunu filmin belgeselini yapmakla görevlendirir... Böylece Lena'nın her yaptığından haberi olacaktır... Ernesto, tuttuğu dudak okuma uzmanı sayesinde, Lena ve Mateo arasındaki ilişkiyi öğrenir ve çılgına döner... Bir süre sonra ortadan kaybolan çifti bulmak için türlü yöntemler deneyen Ernesto, çağreyi Mateo'nun filmini sabote etmekte bulur...Ancak kötü kader çoktan ağlarını örmeye başlamıştır...

Bu arada, bir yan hikaye olarak Mateo'nun uzun zamandır dostu olan Judit'in de Mateo ve seyircilere bir süprizi olacaktır... Tam bir klişe...

Broken Embraces, Almodovar'ın alıştığımız görsel zenginliğini taşımazken, kaza anının videoda seyredildiği sahne hariç duygusal anlamda da diğer filmlerine göre oldukça zayıf...

Kullanılan mizah ise belki de filmin tek artısı... Dudak okunduğu, Lena'nın aşkını itiraf ettiği ve filminin düzeltilmiş halinin izlendiği sahneler en iyileri...

Almodovar'ın baş oyuncularından Penelope Cruz ise yetersiz... (Nedense hiçbir zaman sevemedim Cruz'u...)

Hikayesi ve özellikle oyunculuğuyla soap opera tarzını anımsatan film, Almodovar'ın en az beğendiğim filmlerinden oldu... sadece Almodovar hayranlarını memnun edeceğini düşünüyorum...




Broken Embraces Trailer
by ThePlaylist

15 Eylül 2009 Salı

İlk poster...

''Eyvah kızım büyüdü'' filmindeki Tony Danza gibi hissetmeye başladım kendimi... Kızının büyüdüğünü kabullenemeyen bir babanın, genç kızlığa giden yolda kızının gelişimine dehşet dolu gözlerle tanık olduğu o ibret verici film...

Barbie dergilerinden Hannah Montana serisine terfi eden Ada, son sayıdan çıkan Montana'nın posterini duvarına asmak isteyince, yeni bir sürece girildiğini anladık...

Artık televizyonda Disney'de yayımlanan Hannah Montana dizisi en çok sevdiklerimiz arasında yer alıyor... Onun gibi giyiniyor, konuşuyor hatta dizi de yapılan hareketleri günlük hayata uyguluyoruz... Montana'yı kıl eden iki kızın amaçlarına ulaştıktan sonra, işaret parmaklarını birleştirip, uuuuuuuuuuuuuu, tısssssssssss yapmaları gibi... Sinir bozucu......

Kıyafet titizliği, saç maç, makyaj derken, bu yaşta içine bir moda ikonası girmiş bir kızın babası olmak ilginç deneyimler yaşatıyor insana...

2000 yılından sonra doğan Indigo bebeklerin ne anlama geldiğini daha iyi anlıyorsunuz, onlar büyüdükçe... İletişim kanalları sayesinde pek çok konuda (kadın-erkek ilişkisi dahil) fikir sahibi oldukları gibi, bilgisayarı ürkütücü bir ustalıkla kullanmaları ya da tüm elektronik cihazları diyelim, insanı hayrete düşürüyor... Daha 5.5 yaşında diyorsunuz...

Sonra kendinizin o yaşlarda neler yaptığını hatırlamaya çalışıyorsunuz...

.....Uzun bir boşluk....

Doğrusu 5 yaş civarından hatırlayabildiklerim........ sünnetim... bir de misket oynamak var....sayılır mı...

14 Eylül 2009 Pazartesi

Terry Gilliam geliyor...

Terry Gilliam, yeni filmi ''The Imaginarium of Doctor Parnassus'' ile tekrar geri dönüyor...

Fantastik filmlerin ustası Gilliam, Fisher King, 12 Monkeys ya da Brothers Grimm gibi hayal gücününüzü zorlayan hikayeleriyle sinema seyircileri gözünde haklı bir yere sahip...

Kendine has sinemasıyla adından sıkça söz ettiren yönetmen, yeni filminde yine görsel mükemmelliyetciliğiyle seyirciyi kendi hayal dünyasına götürmeye hazırlanıyor... şeytanla anlaşma yapan bir gezici tiyatronun, seyircinin hayallerini gerçekleştirmesi üzerine kurduğu hikayesiyle...

Filmin bir başka özelliği ise Heath Legger'in son filmi olması... Legger'in hayatını kaybetmesinin ardından bu rol filmde, karakterin farklı dönemlerini oynayan Johnny Depp, Jude Law ve Colin Farrell tarafından üstleniyor... Bu çarpıca kadroya Tom Waits ve Christopher Plummer da eşlik ediyor...

Favori yönetmenlerim arasında yer almasa da, çalışmalarına kayıtsız kalınamayacak bir yönetmen Terry Gilliam... Ülkemizde 2010'da gösterime girmesi planlanan filmi merakla bekliyoruz...



13 Eylül 2009 Pazar

Black Crowes...

1990'da Shake your moneymaker'ı çıkardıklarınfa Next Big Thing ünvanını alan, yıllar geçtikçe de rock severler tarafından gelmiş geçmiş en iyi hard rock grupları arasına yerleştirilen Black Crowes, yirmi yıllık müzik kariyerlerinde emin adımlarla ilerlemeye devam ediyor...

Grubun sekizinci stüdyo almümü olan Before the frost....until the freeze aslında double albüm... İlkini alanlar, ikincisini grubun internet sitesinden indirebiliyor... Albümler seyirci önünde canlı kaydedilmiş... Bunun ses kalitesine yansıyan farkını hemen anlayabiliyorsunuz...

Robinson kardeşlerin yeni albümleri her zaman olduğu gibi blues ve country esintileri barındırsa da kesinlikle Crowes imzası taşıyan southern rock parçalarından oluşuyor...

Before the frost, Good Morning Captain ve Been a long time adlı iki klasik Crowes parçasıyla açılıyor... Ardından gelen Appaloosa dinleyeni çarpan cinsten bir şarkı... I ain't hiding ise şaşırtıyor...Disco soundu taşıyan parça bildik Crowes melodilerinden oldukça ayrılıyor.... Disco ritminin nasıl hard rock soundu ile birleştiğine dikkat diyorum... Hit olmaya aday... Kept my soul, Houston don't dream about me ve The last place that love lies ise yine albümde öne çıkan çalışmalardan...

Until the freeze ise county soundu ağırlıklı bir albüm... Açılış parçası Aimless Peacock sitarın kendine has sesiyle Hint ezgileri taşıyan güçlü bir entrümental... Greenhorn, Lady of Av.A, So many times ve Fork in the river benim en çok sevdiklerim...

Bu grupla birşeylerin yanlış gitmesi olanaksız gibi, dinleyicisini hiç bir zaman yarı yolda bırakmayan nadir gruplardan Black Crowes... Chris Robinson'un vokaline hayran olmamaksa imkansız... grubun geri kalanının önünde şapka çıkardığım gibi...

Böylesine mest edebilen iki albümü birden dinlemek ise tam bir keyif... Gerçek rock severlerin kaçırmayacağı bir albüm Before the frost...until it freeze...



Albümden official bir video çıkana kadar...I ain't hiding...





Christopher Robinson – vokal, harp, gitar
Richard Robinson – gitar, sitar, vokal
Steve Gorman – davul, vurmalılar
Sven Pipien – bas, vokal
Luther Dickinson – gitar, mandolin
Adam MacDougall – keyboard, vokal



Konu Başlıkları