26 Kasım 2009 Perşembe

Space 1999...

"Lost" u beklerken, "Flashforward"u keşfettim... Aslında "kader" ile ilgili bir bilim-kurgu hikayeden yola çıkılan dizi, çok parlak olmasa da, izlettiriyor kendini... Dizi olsalar da, art arda internetten izleyince, beklentiye dayalı formatın pek bir anlamı kalmıyor aslında...

Oysa çocukken tv dizilerinin anlamları çok farklıydı... Günleri dizilere göre anardık... Çarşamba "Charlie'nin Melekleri", Cumaları "Colombo" ya da "McMillan ve karısı", cumartesileri ise "Küçük Ev" veya "Vadideki Hayat" gibi...

"Kaygısızlar", "Görevimiz Tehlike", "Tatlı Sert", "Uzay Yolu", "Baretta" ve "Zengin ve Yoksul" sanırım aklımda en çok kalanlardan...

"Uzay 1999"un ise benim için ayrı bir yeri vardı... Aslında pek ''uzay adamı'' değilimdir ama küçükken o dünya daha başka geliyor insana...

Özellikle Catherine Schell'in oynadığı "Maya" karakteri... Her türlü canlının şeklini alabilme yeteneğine sahip bu uzaylı yaratığın çekiciliği inanılmazdı...
Sanırım Maya, küçük bir çocukken hayran olduğum belki de aşık, ilk kurgu karakterdi...

Sokakta "Uzay 1999"culuk oynarken (burada anlamsız bakan bir surat ifadesi gerekiyor), kız arkadaşım "Maya", ben de onun dizideki sevgilisi "Tony" olurdum... O asırlar öncesiymiş gibi gelen yılları (haklılık payı yok değil) düşününce, gülümsemeden edemiyor insan...

İşte size dizinin çok sevdiğim müziği eşliğindeki tanıtımı...

Bu arada, o yıllarda 1999'un çok uzak bir tarih olduğu kanısı varmış demek... Yazarların pek de ileri görüşlü olduğu söylenemez... Üzerinden on yıl geçmesine rağmen, dizidekine benzer bir hayatın yanına yaklaşılamadı bile...




New Moon...

Hedef kitlesi belli filmler hakkında yorum yapmak hem zor hem riskli... "Fame"in ardından bir başka "gençlik çılgınlığı" olan "Twilight Saga, New Moon"u izledim...

Aslında iyi bir filmin, türü ne olursa olsun iyi bir film olarak algılanması gerektiğine inanıyorum. Yani gençlik filmlerinin sadece gençlere hitap ettiği kanısında değilim... Zira, "Breakfast Club", "Stand by me" ya da "Lost Boys" gibi filmler haklılığımı doğrular nitelikte...

Ancak bu durumun "New Moon" için geçerli olmadığını söylemeliyim...

Kitaplarını okumadım... İnsan-vampir-kurt adam üçlüsünü ele alması açısından ilginç olsa da, filmde hikayenin içinin pek doldurulamadığı kanısındayım... İlkindeki sorunlar devam filminde de sürüyor... Güzel insanlar, mekanlar, çekimler... tamam da, içerik boş olunca pek tat vermiyor...

Ancak kadroya olan hayranlık nedeniyle filmin popüleritesine bakılırsa, serinin devam etmesi kaçınılmaz gibi gözüküyor...




New Moon - Trailer (Yeni Ay - Türkçe altyazılı fragman)
by aytugcakir

18 Kasım 2009 Çarşamba

Fame...

Alan Parker'in 1980'de yarattığı ve sonrasında tv dizisiyle bir furyaya dönüşen "Fame", klip yönetmeni Kevin Tancharoen'in yorumuyla bir kez daha gençliğin huzurunda...

Ancak film, genç ve müzikle yakından ilgili bir yönetmen olmanın, gençlik üzerine film çekmek için yeterli olamayacağının en güzel kanıtını oluşturuyor... Hiç olmamış...

New York Dans Okulu'ndaki öğrenci ve öğretmenlerin özel ve okul yaşamlarından kesitler sunan bu ünlü müzikalin günümüze uyarlanmış hali, yüzeysel olmaktan kurtulamıyor... Gerek kötü oyunculuk, gerekse senaryonun özensizliği, filmi beklentilerden uzaklaştırıyor...

Orjinalini 80'lerde seyrettiğimde beğendiğim, İngiltere'de kaldığım süre içinde de dizisinin müdavimi olduğum Fame, bu haliyle bana hiçbirşey ifade etmedi... Filmin yanı sıra müzikleri de yetersiz buldum...

Zamanın, müziğin değiştiğini biliyorum...ancak filmi gençken izleseydim, düşüncem farklı olur muydu... Sanmıyorum...





17 Kasım 2009 Salı

Unutulmaz sahneler 4... Deliverance...

İngiliz yönetmen John Boorman'ın 1972 yılına ait "Deliverance" adlı filmi, mükemmel anlatımıyla güncelliğiyle koruyan pisikolojik-gerilim-macera türü bir seyirlik...

Hikaye, bir haftasonunu vahşi doğada geçirmeye karar veren dört işadamının, çıktıkları sonu belli olmayan nehir yolculuğu sırasında başlarına gelenlerden ötürü kişiliklerindeki dramatik değişimi gözler önüne seriyor...

Bir yandan doğa ile mücadele eden şehirli dört adam, yerli halk ile girdikleri çatışmada da ölüm kalım savaşı vermek zorunda kalır... Yabancı oldukları bir dünyada, hayatta kalmaya çalışırlar...

Jon Voight, Burt Reynolds, Ned Beatty ve Ronny Cox'un oynadıkları film, sosyal içeriğinin yanı sıra erkek dünyasına getirdiği farklı bakış açısıyla da etkili olmayı başarıyor...

Filmin unutulmaz sahnelerinden biri... Banjo duellosu...



Rock Klasikleri 5...

Aerosmith-Aerosmith (1973)

Make it
Somebody
Dream On
One Way Street

Mama Kin
Write Me a Letter
Movin' Out
Walkin' the Dog



Aerosmith:

Steven Tyler vokal,
Joe Perry gitar,
Brad Whitford gitar,
Tom Hamilton bas,
Joel Kramer davul




16 Kasım 2009 Pazartesi

Fourth Kind...

"The Fourth Kind", uzaylılarla karşılaşmanın dördüncü çeşiti olan "kaçırma" üzerine, gerçek hayattan alınmış öykülerden esinlenen gerilim türü bir film...

Filmin açılışı oldukça ilginç ve zekice... Milla Jojovich ekranda beliriyor ve filmde Abbey Tyler adlı bir psikologu canlandıracağını, hastalarıyla olan seans kayıtlarından alınan görüntülerin rahatsızlık yaratabileceğini söylüyor... Bir anlamda, seyirciye, yarı belgesel ya da bilimsel bir kurgu izleyeceği havası veriyor...

Hikaye, Alaska'da uzaylılarla bir şekilde karşılaşmış ve bir süre alıkonmuş kişilerin, psikologlarıyla olan seansları çerçevesinde gelişen ve hala çözümlenememiş bir dizi gizemli olayı anlatıyor...

Seans sahneleri gerçekten ürkütücü... Gerek görsel, gerekse ses anlamında... Sözde gerçek olanı ile canlandırmayı ekranı bölerek seyirciye izleten yönetmen, bu teknik ile filmin ve sahnelerin etkileyici olmasını sağlıyor... Hayli etkileyici...

Filmde uzaylıları göstermeden yarattığı gerilim ise yönetmenin bir başka başarısı...

Ve beyaz baykuş... Bırrrrrrrrrrr...

Film, bahsettiğim sahnelerin gücü ile hem anlatım hem teknik açıdan yenilikler barındırmasının dışında, konu itibariyle klasik uzaylı-insanoğlu karşılaşmasının anlatıldığı gerçek olaylara dayalı hikayelerden çok da farklı değil... İki buçuktan üç...






Halford...

"Winter Songs", Judas Priest'in vokalisti Rob Halford'un solo projesi "Halford"un üçüncü albümü...

Yeni yıl ve kış sezonu içerikli albümde, Halford'un yeni parçalarının yanı sıra, bildik yeni yıl şarkılarının da heavy metal versiyonları bulunuyor...

Doğrusu iyi bir fikir olmuş diyemeyeceğim... Rob Halford'un yorumuyla yeni yıl şarkıları dinlemenin ilginç olacağını düşünenler hariç, "Winter Songs", ünlü vokalistin hayranları için pek de tatmin edici olamıyor...

Albüm, ilk liste parçası "Get into the spirit" ile açılıyor... Halford'dan yeni parçalar dinlemek hoş olsa da, sezon şarkıları "Winter Songs"u bir Halford albümü yapmaktan uzaklaştırıyor... Albümün en iyileri, açılış parçası ve "Oh come O come Emanuel"...

Albümde gitarist-prodüktör Roy Z ile işbirliği yapan ünlü yorumcunun, vokal yeteneğinin eskiye oranla azaldığını gözlemlemek ise üzücü...

Rob Halford'u Judas Priest ile yeni albümlerinde dinlemeyi bekliyoruz...





14 Kasım 2009 Cumartesi

2012...

Yılın fiyasko filmi ''2012''...

Yönetmen Roland Emmerich'in giderek düşürdüğü çizgisi, son filmi '2012'de de değişmiyor... 'Yok artık' cümlesinin sıkça sarf edildiği filmde, senaryo korkunç...

Tabi ki bu filmin hikayesi düşünüldüğünde, senaryonun aklı başında olmasını beklemiyordum ama bu kadarına da pes diyorum... Sadece özel efektler hatırına seyredilebilecek cinsten değil film...

70 ve 80'lerin büyük kadrolu felaket filmleri çizgisinde başlayan, ancak sonrasında kontrolden çıkan '2012'de, tüm klişeler mevcut... Ayrı yaşayan bir aile, kaçık bir şahsiyet, ABD Başkanı, bir köpek, renkli yan karakterler ve Las Vegas...

Hikayede Mayalar ya da kehanet unsurlarına yok denecek kadar az yer verilmiş... Diğer felaket filmlerinden farklı olma şansını böylece kaybetmiş... Oyunculuk ise çok sıradan...

Aile ve insani değerlere dem vurulan hikayede, yine mantık ile duygusallık çatışıyor ve anlamsız bir şekilde sevgi kazanıyor... Gereğinden fazla uzatılan fimin son sahnelerindeki bu çekişme, seyirciyi çileden çıkarıyor... Aile konulu bir bilgisayar oyunu izler gibi hissediyorsunuz...

Sinemada film seyretme hakkımı böyle bir filmde harcadığım için üzgünüm... Mısır-Cola ile kafamı dağıtacak eğlenceli bir film izlemek istemiştim oysa... Teknoloji için iki yıldız...





Moon...

Sam Rockwell'in ''one man show'' tarzı, tabiri caizse döktürdüğü , bilim kurgu türü bir film, ''Moon''...

''Confessions of dangereous mind'' ile seyirciyi büyülese de, sinema dünyasında hak ettiği yerde ne yazık ki bulunamayan Rockwell, ''Moon''da kendiyle yarışıyor...

David Bowie'nin yönetmen oğlu Duncon Jones'un filminde Rokwell'e, bilgisayar Gerty'e verdiği sesiyle Kevin Spacey eşlik ediyor...

Ay üssünde 3 yıllık görevinin son iki haftasına giren Sam Bell, karısı ve kızına olan özlemiyle günlerini geçirmektedir... Gerty, Sam'ın iletişimde olduğu tek varlıktır...

Dönüşüne bir kaç gün kala üsde çıkan bir arıza, Sam'ın gerçeklerle yüzleşmesini sağlar...

Süpriz...

İyi, akıllıca hatta acımasızca yazılan senaryoda, bilim kurgu türünün klasiklerine de göndermeler var... Rockwell'in performansı süper...

Eğer tek mekanda geçen, diyalog ağırlıklı, tiyatro vari, tek kişilik ya da az kişinin oynadığı filmlerden hoşlanıyorsanız, Moon tam size göre...










13 Kasım 2009 Cuma

The Box...

Donnie Darko'nun yönetmeni Richard Kelly imzalı "The Box", yıllar önce "Twilgiht Zone"da izlediğim Richard Matheson'un kısa hikayesinden esinlenmiş gerilim türü bir film...

Ancak Kelly, filminde Matheson'un hikayesiyle yetinmemiş, senaryoya metafizik boyutunu da eklemiş...

Ekonomik sıkıntı çeken Lewis ailesi, bir sabah kapılarında bir kutu bulur... Kutunun içinden çıkan, üzerinde bir düğme bulunan aygıta önceleri bir anlam veremezler... Birkaç gün sonra yüzü deforme olmuş gizemli bir adam kapıyı çalar ve ailenin merakını giderir...

Düğmeye basmaları halinde 1 milyon Dolar almaya hak kazanacaklardır ancak bilmedikleri bir yerde, tanımadıkları bir insan da hayatını kaybedecektir... Gizemli adam karar vermek için aileye 24 saat verir...

Kutunun işleyiş biçimi, düğmeye basan kişinin, kutunun bir sonraki sahibinin düğmeye basması sonucu ölecek olan kişi olmasıdır...

Düğmeye basma konusunda seçim yapan Lewis ailesini, bundan sonra çok daha zorlu seçimler bekler...

Ahlak değerlerini, metafizik çerçevesinde işleyen hikaye, hayattaki seçimlerin ne kadar önemli olduğuna vurgu yapıyor... Filmde, merak, aç gözlülük ya da çaresizlik nedenleriyle diyelim düğmeye basanların ve sorun yaratanların hep kadınlar olması da, ilginç bir çıkarım oluyor...


Cameron Diaz, James Marsden ve Frank Langella'nın oynadığı film, yıllar önce seyrettiğim versiyonundan çok daha başarısız...

"The Box", süresinin uzunluğu, hikayenin karmaşıklığı ve kötü oyunculuklarla beklentileri karşılayamıyor...






The Invention of Lying...

Komedyen Ricky Gervais'in yönettiği ve oynadığı "The Invention of Lying", sadece doğruların söylendiği bir dünyada, ilk kez yalan söyleyen bir adamın hikayesini anlatıyor...

Yalanın olmadığı hayali bir toplumda yaşayan Marc Bellison, işinde ve özel hayatında başarısız tiplerdendir... Ancak bir gün yanlış bilgi vermesi ve bu bilginin karşı tarafça sorgusuz sualsiz doğru kabul edilmesiyle, Marc'in hayatı bir anda değişir...

Hasta annesini avutmak için sarf edeceği ölümden sonraki hayatın ne kadar güzel olduğuna ilişkin sözleri ise onu peygamber seviyesine çıkarır... Marc, gördüğü ilgiden etkilenir ve yalan üzerine kurulu bir hayat yaşamaya başlar... Ancak Marc, doğru söylemenin değerini kısa sürede anlayacaktır...

Gervais'in Jennifer Garner ile oynadığı filmde pek çok ünlü isim de ikiliye küçük rollerde eşlik ediyor...

Mizah ağırlıklı ancak içinde toplum, ahlak ve din gibi ciddi konulara da ucundan dokunduran film, zaman zaman gülümsetse de, sıradan bir seyirliğin ötesine geçemiyor...





12 Kasım 2009 Perşembe

Bon Jovi... The Circle...

1984'de kendi adlarını taşıyan albümleriyle yılın en iyi yeni grubu ünvanını alan Bon Jovi'nin parlak günleri artık çok gerilerde kaldı.

"Sleepery when wet" ve "New Jersey"in 80'lerin müzik dünyasındaki etkisi yadsınamasa da, 90'ların ikinci yarısından sonra art arda çıkardıkları albümlerle vasatı bile zor yakalayan grup, 11. stüdyo albümleri "The Circle" ile köklerine dönmeyi amaçlıyor...

İki sene önce çıkardıkları "Lost Highway" ile iyiden iyiye country müzik tarzını benimseyen grup, yeni albümleriyle en azından kendi tarzlarına daha yakın bir sound yakalıyor... Ama, yine o bildik, hep bir ağızdan söylenen Bon Jovi şarkılarına rastlamak mümkün değil bu albümde...

Liste parçası "We weren't born to follow", albümün en sıradan parçalarından... Bu şarkı da olduğu gibi, diğer birkaç parçada daha, grubun en popüler şarkılarından esintiler hissetmek zor değil... Yıllar geçtikçe grupların kendilerini bir şekilde tekrar etmesi sanırım doğal bir süreç...

Ortalama parçalarla dolu albümün en iyeri "Bullet", "Brokenpromiseland" ve "Work for the working Man"...






11 Kasım 2009 Çarşamba

The House of the Devil ve The Stepfather...













"The House of the devil", afişinden, tekniğine kadar bir bütün olarak 70 ve 80'lerin korku filmlerine benzese de, "çocuk bakıcısı" konseptiyle bu tarza yeni bir boyut getirmeyi başarıyor...

Üniversite öğrencisi olan Samantha, para kazanmak için çocuk bakıcılığı ilanlarından birine yanıt verir... Oda arkadaşıyla birlikte verilen adrese giden Samantha, aslında ortada bir çocuk olmadığını, bakıma muhtaç olan kimsenin yaşlı biri olduğunu öğrenir... Önce bu fikre karşı çıksa da, bir geceliğine 400 dolar teklifte bulunan ev sahibine boyun eğer...
Tesadüf bu ya, o gün de geceyarısı ay tutulacaktır... Samantha, evde yaşlı birine bakmak için çağrılmadığını çok geçmeden anlayacaktır...

Gerilimin yavaş yavaş kurulduğu ve son yirmi dakikasında hareketlenen film, bol kanlı finali ve tüm klişelerine rağmen kendini izletiyor... Çok beklentiye girilmemesi gereken orta karar bir seyirlik...

Ti West imzalı film, türün gerçek hayranlarını hayal kırıklığına uğratmayacak...



"The Stepfather" ise neden yeniden çekildiği anlaşılamayan sıradan bir gerilim filmi...

Yönetimden, oyunculuğa kadar vasatın altında bir çizgide bulunan film, seyirciye hiçbir yenilik sunmuyor...

Aile özlemi çekip, çocuklu dul kadınlarla evlenmeyi bir şekilde başaran, ancak hasta kişiliği nedeniyle bir zaman sonra tüm aileyi katledip, yeni bir av için yollara düşün bir adamın hikayesi The Stepfather... Görmüştük...



Rock Klasikleri 4...

Van Halen 1984 (1984)


1984
Jump
Panama
Top Jimmy
Drop Dead Legs

Hot For Teacher
I'll Wait
Girl Gone Bad
House of Pain


Van Halen:

David Lee Roth vokal
Eddie Van Halen gitar
Micheal Anthony bas
Alex Van Halen davul




7 Kasım 2009 Cumartesi

Bon Appetit...

Dünyanın en keyifli tatlarından olan "yemek yapmak" üzerine kurulu, iki kadının paralel hayatları çerçevesinde gerçek hayattan alınan sıcacık bir hikaye, Julie and Julia...

Yönetmen Nora Ephron ile Meryl Streep'i bir kez daha bir araya getiren film, özel yaşamlarındaki zorluklar arasında hayatlarının anlamını yemek yapmakta bulan iki kadının benzer yaşam hikayelerini anlatıyor...

Ünlü ahçı Julia Child ve Child'in kariyerini takip etmeye çalışıp, deneyimlerini bloguna yansıtan Julie Powell... Zaten hikaye de Powell'in kitabından senaryoya aktarılmış...
Streep her zamanki gibi büyüleyici... Ekranda onu seyretmek ayrı bir zevk... Aksanı, vucut dili ve oyunculuğuyla harikalar yaratıyor... Performansıyla filmin çok önünde yer alıyor... Bu rolüyle önümüzdeki ödül sezonunda pek çok adaylık alması muhtemel...

Amy Adams ise ortanın üstünde performansıyla Streep'in karşısında çok sönük kalmıyor... Stanley Tucci de harika... Abartısız oyunculuğuyla göz dolduruyor...

Streep ile Adams, Doubt'tan sonra bir kez daha aynı filmde yer alsalar da, filmde tek bir karede bile birlikte oynamıyorlar... Streep ile Tucci arasındaki kimya ise inanılmaz...

Julie and Julia kesinlikle bir kadın filmi değil... Hikaye'nin, her başarılı kadının arkasında onu seven anlayışlı bir erkeğin olduğu gerçeğini yansıtmasını ise ayrıca sevdim...

İştahınızı açacak, sevimli bir film...





6 Kasım 2009 Cuma

Kuala Lumpur...

D-8 toplantısı için Malezya'nın başkenti Kuala Lumpur'dayız...

İstanbul'dan 10 saatik bir uçuş sonrası, Türkiye'de uyku vaktinizin geldiği bir zamanda iniveriyorsunuz bu sıcak kente... Havalalanı ile merkez arası kırkbeş dakika sürüyor...

Uzaktan Petronas ve Kuala Lumpur Kulelerini görebiliyorsunuz...



Sıcak, nem çok fazla... Öğleden sonraları yağmurlu... Islanmak bile serinletmiyor...


Oteller çok güzel ve hesaplı... Merkez yürüyüşe elverişli... Alışveriş merkezleri heryerde... Yemek ise biraz sorun... Her yer kavuçuk yağı kokuyor... Bildik markaların restaurantlarında yiyebiliyorsunuz sadece ya da oteller...

Chinatown, en turistik yerlerden biri...



Kuala Lumpur meydanı... Bağımsızlıklarını İngilizlerden aldıkları yer...

Gece hayatı oldukça hareketli... Petronas manzarası Traidors Oteli'nin barından...

Petronas gece ayrı etkileyici...


Konu Başlıkları