30 Haziran 2009 Salı

Gecikmiş bir yazı...

İki yıldız...Biri çocukluğumun, diğeri gençliğimin...Farah Fawcett, Micheal Jackson...İkisi de geçen hafta bir sebepten bu dünyadan ayrıldı...

Fawcett'le Kayseri'de okuduğum orta okul yıllarında tanışıyoruz... Erkek egemenliğindeki dünyadamızda, hiç bir zaman göremediğimiz gizemli patron Charlie için çalışan genç, güzel ve yetenekli üç kadının (Jill, Kelly ve Sabrina)macaralarının anlatıldığı bir dizide oynuyor. Charlie'nin Melekleri...

Her çarşamba akşamı bu üç cesur ajanın başına gelenleri heyecan ve merakla izliyoruz... Jill, dalgalı sarı saçları ve kocaman gülümsemesiyle üçlünün en seksisi şüphesiz... Hey dergisinin verdiği o meşhur posteri o dönem duvarına asmayan var mıdır bilmem... Ben dahil... (Ama yine de Sabrina'yı beğeniyorum...)

Jill, diğer ikisinin bilgi ve becerilerinin yetersiz olduğu durumlarda, dişiliğini sergiliyor ve sorunlar çocuk oyuncağıymış gibi çözülüveriyor... Aslında dizi, farklı kadın tiplerini ve yöntemlerini tanımak açısından özellikle ben yaştakiler için ayrı bir özellik taşıyor... Diziden ayrılınca hepimiz çok üzülüyoruz, yeni melek Jill'in yerini hiç bir zaman dolduramıyor...

Önce altı milyon dolarlık adamın karısı, ardından Love Story'deki Oliver'ın aşkı oluveriyor...
Sonrasındaysa... yıllarca ortalarda görünmüyor... Onu hep o posterdeki haliyle hatırlayacağım...

ODTÜ...Üniversitenin ilk yılları...Off the wall ile Jackson five döneminden kurtulan Michael, tüm zamanların en çok satan bir sonraki albümü Thriller ile kasıp kavuruyor... Albümü fazla popüler diye almamak için direniyorum...Albümden çıkan her parça mı hit olur... Yenilip, sonunda alıyorum...

Beat it... Thriller'in benim için en özel parçası... Eddie Van Halen'ın solosuyla parça bugün de bende aynı etkiyi yaratıyor... Sürekli dinlediğimiz o günlerde, apartman komşularımız kapımızı sıkça aşındırıyor...

Küçük bir anı: Hiç unutmam (hadi ya) bir gün gecenin bir yarısı sokakta Beat it'i dinliyoruz...Ses sonuna kadar açık, bizler de parçaya eşlik ediyoruz... Gençlik işte...Bir apartmanın son katında önce bir ışık yanıyor, ardından pencere açılıyor ve bir adam bize okkalı birşeyler söylüyor... Aldırış etmiyoruz... Genciz...Ve yaptığımız, genç olmanın gerektirdiklerinden sadece biri gibi geliyor bize... (Ne! Kavga ettik falan diyeceğimi beklemiyordunuz di mi, sadece şarkı ile ilgili aklımda kalan bir ayrıntıydı, hepsi bu)

Devam ediyoruz... Thriller'in ardından Bad geliyor...Seksenli yıllar müziğiyle, dansıyla, videolarıyla Michael'a haklı bir ünvan da kazandırıyor, Popun Kralı...

Doksanlı yıllar ise seksenler gibi parlak geçmiyor...ya da ben artık onun parçalarını dinleyemiyordum... Birşeyler eksikmiş gibi geliyor...

Ve özel hayatı... Bir sürü iddia, spekülasyon, safsata...Hiç ilgilenmiyorum... Onun da dediği gibi ''Leave me alone'' herkese iyi bir cevap oluyor...

Şimdi de bir sürü şey denecek onun için... Deniyor da... Michael ile ilgili karbon kopya misali kanallarda verilen "Siyah geldi, beyaz gitti" manşetleri, basınımızın konuya bakış açısını ne güzel özetliyor...Yazık...Bu incelikten uzaktakilere yine onun bir şarkısıyla yanıt veriyoruz...It doesn't matter if you are black or white...

Bense elimi orama götürüp, onun meşhur çığlıklarından birini atarak, Michael'i selamlamak istiyorum...

24 Haziran 2009 Çarşamba

Sam Raimi geri döndü...

Uzun bir süredir Spiderman üçlemesiyle meşgul olan ünlü yazar-yönetmen Sam Raimi, sonunda köklerine geri döndü...Korku sinemasının kült filmleri arasında yerini alan Evil Dead üçlemesinin yaratıcıcı Raimi, ''B movie'' denilen türü nasıl A sınıfına taşıdığının yeni ve çarpıcı bir örneği ile yeniden bizlerle...Drag me to hell...


Bir bankada çalışan Christine, bir gün kredi borcunu uzatmak üzere ziyaretine gelen yaşlı bir çingene kadını geri çevirip, insanlar önünde küçük düşmesine neden olunca, çingene tarafından lanetlenir... (Konusu Stephen King'in Thiner romanına benzese de, Raimi farkını ortaya koyuyor)

Gün sonunda Christine'i araba parkında sıkıştıran çingene kadın, klasik olacağı kesin bir kavga sahnesinin sonunda genç kadının paltosundan bir düğmeyi koparır ve kötü kader ağlarını örmeye başlar...

Christine, kısa zamanda karanlık güç Lamia ile tanışacaktır. (Lamia ismi bana bir başka kabusu çağrıştırıyor ya, neyse...) Giderek tansiyonu artan karşılaşmalar gece, gündüz devam eder... Lanetten kurtulabilmek için pek çok yol deneyen Christine (kitty kitty-ups), son bir çare bulur... Koldüğmesini bir başkasına hediye etmesi, Lamia'nın gazabından paçayı sıyırması için yeterli olacaktır... Ama bakalım Christin cehenneme kesilen biletinden kurtulmayı başarabilecek midir...

Gölgeler, ruhlar, falcılar, kabuslar, ruh çağırma seansları ve önceleri kötü ruhlara inanmayan arkadaş gibi bir korku filmi için gerekli tüm klişeler Drag me to hell'de kullanılmış... Hem korkutan hem eylendiren fomülüyle tam bir Raimi eseri olmuş film...

Filmde Evil Dead serisine de göndermeler de var... Gerçek anlamda iğrenç ama aynı derecede komik diye tanımlanabilecek sahnelerle dolu filmde, yeni bir göz fırlama sahnesi bile var... İgrenç dediğime bakmayın, bu sahneler bir Raimi filminin olmazsa olmaları aslında... (takma diş, sinek vs...) Bilenler bilir ne demek istediğimi...

Evil Dead üçlemesini, özellikle ilk ikisini izleyip, beğenenleri kesinlikle hayal kırıklığına uğratmayacak bir film Drag me to hell... Ancak o filmleri yine de biz ayrı bir yere koyalım...

Filmi laptopda izlememe rağmen birkaç kez yerimden zıpladığımı da itiraf etmeliyim. Filmi sinemada seyretmek nasıl olurdu artık orasını siz düşünün...

Filmden çikarabileceğiniz tek sonuç ise, yaşlılara iyi davranın, uzun yaşayın...

Bu arada, Raimi'ni önümüzdeki yıl Evil Dead filminin yeni versiyonu için kolları sıvadığını da ekleyelim...



More about this movie

23 Haziran 2009 Salı

Dizi dizi inciyiz, hepimiz Behlül, Matmazel, Beşir'iz...Ve Aldatma üzerine düşünceler...

Merak ediyorum Türkiye'de şu dizimania ne zaman bitecek diye... Ama yıllardır aynı istikrarla onlarca dizi boy gösteriyor televizyonlarda. Şimdilerde izlenme rekorları kıran şanslı yapımsa Aşk-ı Memnu... Günümüzün İkinci Bahar'ı ya da Asmalı Konak'ı diyelim.

Halid Ziya Uşaklıgil'in ölümsüz eseri olarak lanse ediliyor... Gerçekten de ölümsüz... ama daha çok sonu gelmeyen, bir türlü bitemeyen anlamında... çünkü klasik bir romandan uyarlanan senaryo daha ne kadar sündürülebilir bilmiyorum... Kitabı okumadım ama diziyi yıllar önce siyah-beyaz olduğu dönemlerde TRT'de izledim... Müjde Ar ile Itır Esen'i meşhur eden diziydi... Oynadığı fettan kadın tipiyle dönemin seks sembolleri arasına giren Müjde, üzerine yapışan bu imajdan uzun yıllar kurtulamayacaktı... Boğaziçi kolonyası reklamlarında Müjde’yi sahilde koşarken hatırlayanların okkalı bir ah çektiğini duyar gibiyim...

İlk başladığında ben de Sibel ve Ada'yla birlikte diziyi izleme kararı vermiştim. İlk birkaç bölüm iyi gitti, müzikler harikaydı... Ancak Nebahat Çehre'nin oynadığı Firdevs hanım karakteri geçirdiği kazadan kurtulunca, işin rengi belli olmaya başladı... Senaryo bildiğimizden farklı olacaktı... Ki öyle de oldu... Firdevs hanımın bu kadar ön planda olduğunu, Nihal'in Behlül'e bariz şekilde asıldığını veya şu mutfak erkanını ben hatırlamıyorum... Nihayetinde seyretmeyi bıraktım ama fragmanlardan, basından ya da günlük konuşmalardan dizinin gidişatından haberim oldu... Konuşulanların çoğu ise hikayeden çok, dizideki kadınların bu hafta neler giydikleriyle ilgiliydi... Dizi kendi modasını yaratmıştı çoktan...

Geçen hafta dizinin sezon finali vardı...Ne final ama...Behlül ile Bihter mercimeyi fırına vereceklerdi. Bu defa kesindi...Saati gelince televizyon karşısına dizildik... Koltuğun başında oturan ben bir yandan laptopda birşeyler bakıyor, diğer yandan göz ucuyla Ziyagillerin evinde neler döndüğünü anlamaya çalışıyordum... Sibel ile Ada pür dikkat diziyi izlerken, Nunuş (kayınvalidem) kendi kendine söyleniyordu... İnsan amcasının karısına göz dikermiymiş, kimsede edep, ahlak kalmamış, mışmış da mışmış...

Bilgisayara dalmışım... Bir ara bizimkilerin çığlıklarıyla irkildim... Anladım ki o beklenen sahneler yaklaşmakta... Gerçekten de, ekrana baktığımda Bihter ve Behlül bir otel odasında konuşuyorlardı. Delikanlının yarı çıplak hali, konuşmaktan daha fazlasını beklediğinin işaretiydi ya da oda fazla sıcaktı ya da İt's just me... Biraz sonra anlıyoruz ki kendini ucuz hissedeceği gerekçesiyle Bihter Behlül ile bir otel odasında olamayacağını söylüyor... Peki...

Dizi devam ediyor... Ama durun biraz... Aynı hassas kadın bir kaç sahne sonrasında Behlül ile aganigi maganigi durumunda...Hem de evlerinin bahçesinde... Bir göz planı bir dudak, bir göz, bir dudak ve hoooop Bihter Behlül'ün kucağında... Bu arada Behlül yine yarı çıplak... Bu adam o işin soyunmadan da olabileceğine pek ihtimal vermiyor sanırım...

Bizim evdeki curcunayı tahmin edebilirsiniz sanırım... Sibelcim interaktif izlediği sahneler karşısında sanki Ziyagiller malikanesinde yaşıyormuşcasına tepkiler verirken, kızımsa yüzünü kapayarak kendini koltuğa atıveriyor... Nunuş'a gelince, O odadan kaçarak selamete kavuşuyor... Bense diziyi mi ev halkını mı izleyeyim bilemiyorum...

Peki birkaç sahne arasında değişen neydi de, bizim iki gencimiz ihtiraslarına en olmadık yerde yenik düşüverdiler... Kadın ya adrenalin seviyor, ya bahçe fantazisi var ya da gözü dönmüş diyebilirsiniz... Tamam tamam kadın aşık olsun, hadi adam da... Ama biri kocasını diğeri nişanlısını aldatıyor, hem de aynı çatı altında... Şimdi soruyorum. Aldatma her zaman seks midir... Kiminle aldattığının ya da nerede aldattığının önemi var mıdır veya otel odalarının suçu ne...

İşin ciddi tarafına geliyoruz. Efendim TDK'da aldatma, karı kocadan birinin eşine sadakatsizlik etmesi şeklinde tanımlanıyor. Yani illa evli olmalısınız, geri kalan ilişkilerde sorun yok anlaşılan... Bu da bir algılama biçimi olabilir ama yanlış tabii... Karı koca yerine, bir ilişkiyi paylaşan taraflar dense daha iyi olmaz mı... Geçiyoruz...

Aldatma kafada başlar....Hadi hadi, geç bunları...Böyle geyiklere hiç bir zaman itibar etmedim... Eyleme geçmeden sadece düşündün diye suç işlemiş sayılmazsın... Di mi...

Aldatmanın sebeplerine gelince... Buna hiiiiiç girmeyeceğim, zira zaman ve sayfa yetmez... Şu dünyada ne kadar bir ilişkiyi paylaşan çift varsa, o denli de sebep bulabilirsiniz... Ama okuduklarımızdan ve duyduklarımızdan kaba bir genelleme yaparsak aldatma nedenlerinin başında seks, ego ve heyecan arayışı geliyor... Bunlar erkekler için tabii... Araştırmalara göre kadınların tek nedeni ise romantizme olan açlık... Buna göre kadınların aldatması daha tehlikeli görünüyor... Seks, geçici bir heves gibi fazla ciddiye alınmamalı ama işin içine duygusallık girince heves ilişkiye dönüşüyor ki bu ciddiye alınmalı... Bu nedenle erkekler aldatınca değil kadın aldatınca beraberlikler bitiyor... Ya da bu bilindiği için kadınlar erkekleri affediyor ama erkekler aynı tepkiyi veremiyor...

Ben derim ki gelin yapmayın, yuvaları yıkmayın, evinizde edebinizle kıçınızı kırıp oturun... Sonra iş işten geçmiş olur, pişman olursunuz... Bir iki vecizeyle de anlatmaya çalışırsak... Her koyun kendi bacağından asılır... Her yiğidin bir yoğurt yiğişi vardır... Kendi düşen ağlamaz... Düşenin dostu olmaz.... Hopla da zıpla çekirge... Yok bu olmadı... Ama siz anladınız...

Gelelim dizinin sonuna... İki ateşli genç aylarca direndikleri duygularına, o sıcak gecede boyun eğmişler, aşk sarhoşluğundan nerede olduklarını bir an unutuvermişlerdi... Ve bir çıtırtı... Yok bu Krax reklamı değil... Şimdi bu utanç verici sahneyi kim gördü... Hadi bakalım... Firdevs hanım mı, Nihal mi, Beşir mi yoksa matmazel mi... Yıllar önce Dallas dizisinde JR'ı kimin vurduğuyla ilgili dünya genelinde oynanan bahisler hayli ses getirmişti, bakarsınız dizinin popülerliği sayesinde bu sistem bizde de başlayabilir...Kim bilir...Bence Beşir...


Bu arada, posterler arasındaki benzerliğe ne demeli...




20 Haziran 2009 Cumartesi

Babalar günüm kutlu olsun...Sibel ve Ada'ya...



Evimizin direğisin,
Gözümüzün bebeğisin,
Ne sevimli, ne iyisin
Benim canım babacığım,


Akşam sen gelince,
Kapılırız hep sevince,
Gündüz olur bize gece,
Benim canım babacığım.

Size hiç böyle güzel bir şiir okundu mu... Cuma günü Ada'yı kreşinden almaya gittiğimde, kızımın bana babalar günü için okuduğu şiir bu.
Suratınızı biraz yamultarak, dudaklarınızı da aşağıya doğru kıvırarak söylediğiniz ne şeker anlamındaki ''Aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa'' nidalarını duyar gibiyim.......
Şiir yukarıdaki gibi olsa da, kızım heyecandan olsa gerek, Evimizin direğisin satırını, kapımızın direğisin diye okudu... Olsun... Hiç fark etmez, çok abes bir kelime de kullansaydı yine onu aynı heyecan ve sevgi dolu bakışlarımla dinlerdim...Aaaaaaaaaaaaaaaaaaaa. Tamam, tamam...
Kızım bu güzel şiirin yanı sıra bana bir de okulda yaptığı el işini hediye etti. Dikiz aynasına astığımız, üzerinde ''İyi ki babamsın'' yazan sarı tavşan şekilli araba süsü.

Baba olmak, bence bir erkeğin başına gelebilecek en güzel şey şu dünyada...Kronolojik olarak eşiniz önemli olsa da, bir kez çocuğunuz hayatınıza girince herşey ve herkes ikinci sıraya geriliyor...Sibelcim no ofense...(Aynı şeyi onun da hissetiğini ve bana hak verdiğini biliyorum...Zaten işin doğasında bu var, altında başka başka nedenler aramak anlamsız)

Sibel hamile kaldığında, erkek çocuk hayali kurmuştum. İsmi bile yıllardır hazırdı Arpat...Kimse bu isme ısınamamıştı ya neyse...Sonra bebeğimizin kız olacağını öğrendik......hatırlamıyorum ne hissettiğimi ama hayal kırıklığı yaşamamıştım. Hem de hiç.
Ada'yı ilk kez ameliyathaneden odaya çıkardıklarında gördüm...Buruş buruş suratında hala beyaz bir sıvı vardı. Çok çirkinmiş diye içimden geçirdim. Dili devamlı dışarıdaydı. Çeneli birşey olacaktı anlaşılan. Hah tamam şimdiden annesine çekmiş diye düşündüm...(Yıllar sonra bu konuda ne kadar haklı olduğumu görecektim)
Sonra aşık oldum. Aniden...Sibel Ada'yı emzirirken seyretmekte olduğum manzaranın aslında nasıl bir mucize olduğunu fark ettim... Karşımda hayatımındaki en önemli ve en güzel iki yaratık duruyordu. Tam anlamıyla kendi ailene sahip olmanın ne demek olduğunu o zaman anlamıştım... Artık üç kişiydik...

Ankara'da kimsemiz olmadığından Ada'ya üç aylık olunca bir bakıcı tuttuk. Fidan...Bu konuda çok şanslı olduğumuzu söylemeliyim...Fidan haftanın beş günü, Ada kreşe başlama yaşına gelene kadar bizimle oldu. Buradaki haftanın beş günü ifadesine dikkatinizi çekmek isterim, zira Sibel cumartesileri çalıştığından kızıma her cumartesi bizzat ben baktım. (Ablamlar benden 9-10 yaş büyük olduğundan, yeğenlerimi büyütürken hayli deneyim kazanmıştım)

Ada'nın herşeyi ile ilgilenmek aramızdaki bağı daha da güçlendirdi. Gün sonunda canınıza okumuş olsa da, kolunuzda uyuduğu ve kokusunu kokladığınız anları hiçbirşeye değişmezsiniz şu hayatta. Şanslı olduğunuzu düşünür, şükredersiniz...

Parmağı kesilse benim canım yanar ne demek anlarsınız, tıpki çocuklar ömür törpüsüdür benzetmesini anlayacağınız gibi... Hasta olacak diye ödünüz kopar...Onun yerine ben hasta olayım dersiniz... Kimsenin beklemediği kadar anlayışlı ve toleranslı, gerektiğinde ise maymun olursunuz... Arabada Sezen Aksu'dan Kınalı Kuzum'u dinlerken gözünüz dolar... Sponge Bob'ı izlerken ise kahkahaya boğulursunuz... Mutlu ve sağlığı yerindeyse de değmeyin keyfinize... İşte böyle birşeydir baba olmak...
Kız çocuklarının babaya olan düşkünlüğünü herkes bilir...Ama bizdeki durum bunu biraz aşmış durumda. (Bir doğurmadığım kaldı derler ya hah bizimkisi o misal...) Evde Ada'nın ağzından en fazla çıkan kelime ise süprize ne hacet tabiki ''Baba''... Bu kelimenin tonlamaları ise Ada'nın isteği ve havasına göre değişir...Eğer istediği birşey olmadıysa uzun bir babaaaaaaaaaaaaa, eğer yapılması zor birşey istiyorsa da süt dökmüş kedi misali cilveli bir baaaaba evin içinde yankılanır....

Şimdi Sibel nerede devreye giriyor diye sorabilirsiniz. O yardımcı oyuncu...Yok, yok şaka. O bizim herşeyimiz... (Burada göz kırpılıyor) Ancak şu, '' Çocuğun yeri annesinin yanıdır'' anlayışı gerçekten beni kızdırır. O eskidendi çok eskiden diyorum... Duymayanlar için: İstatistikler boşanmalarda çocukların vesayetinin eskiye oranla babalara daha fazla verildiğini gösteriyor. Bir de film önerelim :Kramer vs Kramer... tam olsun...
Ayrıca masal dünyasından örnekleri bir düşünün bakalım...Nemo'nun babası var, Simba'nın da ve daha nicesinin...Anneler nerede peki... Genelde ortada gözükmezler, görünenlerse hem üvey hem de kötüdür. Rol model hep babadır yani... Hanımlar kızmasın aman ha....Ben değil masallar öyle diyor...
Şaka bir yana, anne ya da baba olarak sorumluluk almak ve bir birey yetiştirmek gerçekten dünyanın en zor işlerinden biri, eğer en zoru değilse... Hayatınızdan devamlı veriyorsunuz ama bunu gönüllü olarak yapıyorsunuz.

Çoğu zaman Sibel'le birbirimize Ada yokken ne yapıyormuşuz diye sorarız.... Hayatımız önceleri çok boşmuş gibi gelir... Tabiki öyle değildi ama şimdi daha anlamlı ve eğlenceli...Yine de keşke daha erken çocuk sahibi olsaydık diye zaman zaman hayıflanırız... Gerçekten de anne ve babalarımızın sıkça tekrarladıkları ''Anne, baba olunca anlarsın'' tespitine hak vermemek mümkün olmuyor... Şimdiden ben de kızımın mürüvetlerinin hepsine şahit olmak istiyorum... Amanın annem, babam gibi konuşmaya başladım...

Uzatmayalım...Bugünü benim için anlamlı kılan Sibel ve Ada'ya, iyi ki karım ve kızımsınız...

Babalar günüm kutlu olsun..........

19 Haziran 2009 Cuma

Dışlanmak ve yabancılaşmak üzerine vampir masalı


Vampirler....Beyaz perdenin her zaman ilgi çekici bulduğu bu kan emicilerin hikayeleri, son dönemlerde yine pek bir revaçta...Sinemalarda Twilight furyası eserken, İsveç'ten gelen bu film hepimizin bir yandan uzak durmak istediği ancak diğer yandan merak ettiği bu türe yepyeni bir bakış açısı getiriyor...Yani, Let the right one in'i alelade bir vampir filmi olarak değerlendirmek acımasızca olur...benden demesi...

Şunu da belirtmeden geçmeyeyim. Körü körüne Avrupa sineması hayranı olanlardan değilim, Amerikan sinemasını aşağılayan gruptan ise hiç ...
Filme gelince, John Ajvide Lindqvist'in kendi romanından uyarladığı senaryo, Thomas Alfredson'un yönetiminde hayat bulmuş. Genç oyuncular Kare Hedebrant ve Line Leandersson'ın yorumları ise şaşırtıcı...
İsveç'in soğuk ve karlı atmosferinde geçen hikaye, Oskar ve Eli adlı iki çocuğun, yanlızlığa itildikleri çevrelerinden birbirlerine yardım ederek yeni bir dünyaya doğru açılan yolculuklarını anlatıyor...
Oskar 12 yaşında ailesinin ilgisinden yoksun, okulda dışlanan içe kapanık bir erkek çocuğudur. Bir gün yan tarafa taşınan kendi yaşlarındaki Eli ile tanışır...(Aslında Eli'nin cinsiyeti hakkında bir süre kararsız kalıyorsunuz ama sonra işi çözüyorsunuz...) Önceleri ortak bir nokta bulmakta zorlanan iki çocuk, zamanla orta yolda buluşmayı başarır...Ve arkadaş olur...
Arka planda ise kentte faili meçhul cinayetler işlenmektedir...Bir adam insanları öldürüp, kanlarını şişelemektedir...(Öldürme ritüeli oldukça ilginç)
Film ilerledikçe Eli'nin aslında vampir olduğunu, katilinse Eli'ye kan sağlayan bir hizmetkar ya da yakını olduğunu öğreniriz...(Orası es geçilmiş) Hizmetkarın Eli'ye bağlılığını gösteren sahneler ise gerçekten etkili...
Oskar'ın, Eli'nin çocuk vucuduna yıllardır hapsolmuş yaşı olmayan bir vampir olduğunu anlaması uzun sürmez...(Oskar kan kardeş olmak için çok yanlış birini seçmiştir...) Gizemin ortaya çıkmasıyla birlikte, ikili arasında tuhaf bir yakınlık başlar...Farklı dünyaları arasında iletişim yolu olarak seçtikleri Mors alfabesi ikili arasındaki özel bağdır...Artık onlar güçlüklere beraber göğüs gerecek iki hayat arkadaşıdır...

Filmin son sahnesinde ise Oskar ve Eli'nin birlikteliklerinin en güzel örneğini görürüz... (Mors alfabesiyle Kiss...)
Şimdiye kadar seyretttiğimiz korkunç vampir, seksi vampir, romantik vampir, komik vampir, zenci vampir vs türlerinden keskin şekilde ayrılan film, ''davet konusu'' hariç vampir klişelerine de pek itibar etmemiş...(Bu arada tüm klişeleri barındıran Lost Boys, Fright Night ve From Dusk Till Dawn favori vampir filmlerim arasındadır, ne alaka demeyin)
Sakin temposu ve etkileyici atmosferi ile seyirciyi avucunun içine almayı başaran filmin görüntü yönetmeni ise ayrıca övgüye değer...Yaşadığı çevreye yabancı olmanın ve uyum sağlamanın zorluklarını ustalıkla gözler önüne seren Let the right one in, izlenmeyi hak ediyor...

Bu arada, filmin Amerikan versiyonu da yakında çekiliyormuş. Bilginize...

object width='400' height='205'><

AL SANA BİR SÜPER GRUP DAHA: chickenfoot

Chickenfoot hakında kafanızda bir şimşek çakması için sadece ''Sammy Hagar, Joe Satriani, Micheal Anthony ve Chad Smith''in isimlerini yazmam bile yeterli sanırım...

Evettttttttt, Van Halen'ın eski solisti Hagar, eski bascısı Anthony (kimileri hala Van Halen ile dese de), gitar virtüözü Satriani ve Red Hot Chili Peppers'ın davulcusu Smith'in kurduğu bu yeni süper grup projesi, kendi adlarını taşıyan ilk albümleriyle karşınızda: Chickenfoot...
Aslında bu tür projelerinin bir çoğu grubu oluşturan isimler nedeniyle ''süper'' yakıştırmasını alsa da, Chickenfoot ''süper grup'' tanımını hak edenler kategorisine giriyor...Yine de ne yazik ki bu tür toplama grupların ömürleri fazla uzun olmuyor...İster kimya deyin ister büyü, bir nedenle yok oluyorlar...Ama siz bunları şimdi boşverin. Chickenfoot daha işin başındayken, keyfini çıkarın...
Böyle süper bir grubun kendilerine neden Chickenfoot gibi komik bir isim aldıklarına gelince...Röportajlarından okuduğum kadarıyla, espri olsun, sonra değiştiriz düşüncesiyle ortaya atılan bu isim, zaman geçtikçe yer etmiş, grup da ''What the hack'' diyerek, Chickenfoot'u bağırlarına basmış... Adamların eğlendikleri belli.....Logo ise süper olmuş bence...

Gelelim albüme...Van Hager soundu duymayı umanlar, bir daha düşünsün derim...Albüm, kendi dallarında ve türlerinde artık duayen olmuş diyebileceğimiz dörtlünün deneyimlerinin bir sentezi olmuş. Rock, blues, funk ne ararsan var...Artı Satriani'nin kıvrak gitarı, Smith ile Anthony'in ritm oyunları ile kendine has yorumuyla Hagar'ın vokali, ortaya dikkate değer bir çalışma çıkarmış.

Hoş, hiç bir zaman Hagar'ın sesinin büyük bir hayranı olmasam da, Van Halen'ın Sammy Hagar'la mı yoksa David Lee Roth'la mı daha iyi olduğu tartışmalarına hiç girmedim...Girmem de. Gireni de sevmem...İkisinin de yeri ayrı...
Satriani'ye gelince...Doğrusu ilk dönemlerinde bir iki gruba dahil olsa da, asıl ününü solo kariyerine başladığı ''Surfing with the alien'' ile yapan Satriani'nin böylesine renkli bir grupta çalması, ilginç olduğu kadar doğru bir karar olmuş...Zira kimi zaman solo kariyerinde başarılı olanlar, aynı başarıyı bir gruba dahil olunca yazık ki gösteremiyor...Ya da tam tersi...Mesela Steve Vai'i solo dinlemeye tahammül edemezken, adamı David Lee Roth veya Whitesnake'de çalarken dinlemeye doyamıyorsun...Adam aynı oysa....Ne iş....

Anthony ise Van Halen'in kare aslarından olsa da, eski grubunda göreceli olarak arka planda kalmıştı. Bu yeni grupla ise kendini ön planda gösterme imkanı bulmuş yılların bascısı.

Ritm sihirbazı Smith ise kendi grubundan ayrılmadan, bir yan proje olarak Chickenfoot'a katılmış. Albümdeki funk havasının nereden geldiğinin en büyük ıspatı...

Neyse dönelim albüme...''Oh Yeah'' albümün çıkış parçası. Dinlerken yerinizde duramayacağınız ''killer'' tarzı dediğimiz türden...''Get it up'', ''Turnin left'', ''Future in the past'' ve ''Soap on a rope'' ise benim biraz daha fazla dinlediklerimden...
Albümlerini promote etmek için dünya turuna çıkan grubu bir gün ülkemizde izlemenin boş bir hayal olduğunu bilsem de, yazları art arda yapılan ve ancak bir ya da iki parçasının bilindiği çoğu ne idüğü belirsiz grupların katıldığı festivallere gerçek grupların çağrılmasını bekliyoruz...Neyse ki Van Halen'ı okul yıllarında ABD'de St. Louise-Arena'da F.U.C.K. turu sırasında seyretme şansını bulmuştum.
Özetle, dört dörtlük bir albüm demiyorum ama dört rockçı adamın bir araya gelerek çıkardıkları bu eylenceli albümü dinlemenizi tavsiye ediyorum....
Chickenfoot:
Sammy Hagar
Joe Satriani
Micheal Anthony
Chad Smith



Avenida Revolution
Soap On A Rope
Sexy Little Thing
Oh Yeah
Runnin' Out
Get It Up
Down The Drain
My Kinda Girl
Learning To Fall
Turnin' Left
Future In The Past
Bitten by the Wolf







17 Haziran 2009 Çarşamba

Zindabad Pakistan, Yaşasın Afganistan

Pakistan-Afganistan gezisi denince düşünmeden atladım...Görmediğim her yere varım, ki bu defasında bir taşla iki kuş misali olacaktı...Üstüne de özel uçak...ohh deymeğin keyfe...(Zor coğrafyalarda havaalanlarında sürünmemek babından)

Cive, cive, cive Pakistan, Pakistan, Pakistan, cive Pakistan......(Bu satırı okurken, anlam bütünlüğü için cümleyi melodik söylüyoruz...)

5.5 saat süren yolculuğun ardından İslamabad'ın askeri havaalanına geliyoruz. Saat farkı artı üç. Yorgunuz. Sabahın erken saatlerinde otelimiz Serena'ya ulaşıyoruz. Yollarda adım başı kontrol noktaları var. Serana ise kale gibi korunuyor...
Mihmandarımız bize bedtime storys anlatıyor. Serana'nın biraz uzağındaki Marriot otelin nasıl bombalandığını hatırlıyor muymuşuz ya da Kabil'deki Serena baskınında kaç kişinin katledildiğini...Suratınızda ilgili ve sempatik bir ifadeyle dinliyormuş gibi yapıyorsunuz ancak içinizden sıçtık diyorsunuz ya da 'f.....' wordü...
Meslek icabıyla ülkedeki durumu bilseniz de, ilk kez acı gerçek suratınızda bir tokat gibi patlıyor ve gerçeğe dönüyorsunuz...
Kendi kendinize, dünyanın en belalı iki ülkesini ziyaret ediyorsun olummmmmmmmm diyorsunuz. Merak ve tedirginliği bir arada barındıran bir duygu size hakim oluyor.

Ziyaretin resmi boyutu iyi gidiyor. Oraya buraya giderken kenti görmeye çalışıyoruz ama nafile. 1960'larda Karaçi'ye alternatif olarak kurulan suni bir başkent İslamabad. Hiç sevmedim. Tipik sıkıcı başkent örneklerinden bile kötü. O derece yani.

İslamabad denince akla gelen tek bir yapı geliyor. Faysal Camii. Suudi Arabistan Kralı Faysal tarafından Pakistan'a hediye edilmiş olan camiinin mimarı ise bir Türk. Vedat Dalokay. 43 proje içinden seçilen tasarım, 200 dönümlük bir park içinde bulunmasından ötürü, Guiness rekorlar kitabında en geniş yüzölçümüne sahip camii olarak geçiyor. Camii, zamanında Ankara'daki Kocatepe Camiinin yerine düşünülmüş, ancak mimarisinin Osmanlı tarzından farklı olması nedeniyle, siyaset oyunlarıyla yapımına izin verilmemiş. Bak görüyor musunuz, ülke olarak büyük bir fısatı daha kaçırmışız.

Korkmayın. Bu İslamabad'daki şöförümüz Emruullah ya da turevi birşey. Hatırlamıyorum. Beyfendi İngilizce bilmiyor. İşin erken bittiği bir gün alışveriş için ikimiz 7 Sector diye bir alışveriş merkezine gittik. Sakın ha mall gibi birşey aklınıza gelmesin. Kasaba çarşısı...
Pashmina alacağım, dükkan soruyorum. Ben ona Pashmina diyorum, o bana pashmina diyor. Gülümsüyoruz birbirimize ama tık yok. Bu sahneyi birden fazla oynuyoruz. Anlaşamadık bir türlü. Sonunda sokaktaki çocuklardan yardım alıyorum ve görev tamam...

Bu arada kafanızın bir köşesinde hep terör olayı var. Konvoydan ayrıysanız, hele bir de yalnızsanız işlerinizi ışık hızıyla, üstün körü (elinin körü acaba kardeş kelime mi - neyse devam edelim) yapıyorsunuz. Her dükkanı potansiyel teror kurbanı olacak yer, her araba veya kötü bakışlı adamı da tetörist olarak algılıyorsunuz. Bidiğin paranoya...

Veeeeee aynı akşam Peşaver'de bir otelde bomba patlıyor. Haberi odamda haber kanallarından birini izlerken alıyorum. Allahım ben nerelere geldim demeden edemiyorum. Benim bir ailem var. Daha gencim...Liste uzayıp gidiyor...

Sonra otelde bir patlama olsa ne yapacağını düşünmeye başlıyorsun, haberin Ankara'da nasıl duyulacağını vs. İşin tabi bir de teröristlerle karşılaşma durumu var ki, amanın en kötüsü... Kafa kesiyor herifler...Hadi İslamabad olmadı, Kabil'de kesin seni bulurlar diyorsun. Hemen bildiğin duaları hatırlamaya çalışıyorsun ya da açıyorsun neti yenilerine bakıyorsun...Terör tehditi olan ülkelere gidenlere kesinlikle bu yönde uyarı yapılmalı, ne bileyim dualar, muskalar falan dağıtılmalı...Buradan davulun sesi hoş geliyor ama orada işin rengi başka..

















Pakistan'da ikinci günümüzde Lahor'dayız. İslamabad'ın yarattığı hayalkırıklığını bırakıyor, tarih kokan bu güzel kent ile yeniden keyifleniyoruz.
İlk durak ünlü Hintli şair İkbal'in anıtı. Anıtı resimdeki amcalar koruyor.
Badşahi camisi ve Şahi kalesi de Lahor'un diğer güzellikleri. Turistik gezi tüm günümüzü alıyor. Akşam Serena'ya geri dönüyoruz.

Bu arada, bunlar da otelimizin Edi ile Büdüsü. Bunlardan bir kaç çift var, sabah akşam sitar ve davul çalıyorlar. İlk beş on dakika kulağa hoş gelse de, onbirinci dakkada beyin uyuşukluğu yapıyor, bir süre sonra ise herşey flulaşıyor, gerisini hatırlamıyorsunuz...
Pakistan'daki son günde mülteci kampını geziyoruz. İçimiz burkuluyor...Çocuklar ah çocuklar...Aklımız orada kalıyor...















Ve uçağımız bozuluyor. Bir gün daha İslamabad'dayız. Biraz dinleniyoruz...Afganistan'da iki değil, bir gece kalacağız. İçimden heyyyyyyyyyyy diye bağırıyoruzm...

Ertesi gün erkenden Mezar-ı Şerif'e hareket ediyoruz. Pakistan'daki sıcak hava burada yok. Havaalanına iner inmez arabalar dolusu korumalar karşılıyor bizi...Uzun konvoylarla yola koyuluyoruz.
Ahmed Raşid'in yazdıklarından biraz farlkı geliyor Afganistan. Beklediğim kadar sefil değil...Pakistan'dan daha yakın hissediyorsunuz...


Belh'e gidip, Mevlana'nın doğduğu evi ziyaret ediyoruz. Evi daha doğrusu arta kalanları anlamaya çalışıyoruz.

Basın aracı nedense en arkada. Ara sıra arkamızı kolluyor, korumalar yerinde mi diye kontrol ediyoruz. Günün sonuna doğru bir ara geride kalıyoruz. Araç benzin almak üzere konvoydan ayrılıyor. Bir yandan kötü birşey olmayacağını düşünseniz de, diğer yandan hah işte filmlerdeki gibi sürüden ayrılanı kurt kapar hikayesi misali hikaye size daha korkunç gelmeye başlıyor. Neyse konvoyu Hz Ali'nin türbesinde yakalıyoruz.
















İkinci durağımız Kabil. Araçlardan inemediğimizden arabadan resim çekmeye çalışıyorum, pek olmuyor.

Resmi temaslar derken, Kabil ve Vardak'taki askeri birlikleri geziyoruz. İlgi büyük. Türkiye'ye özlemleri gözlerinden belli.

Kabil'deki en büyük süprizse Büyükelçilik... Çöl içinde bir vaha sanki.

Son gece yemekteyiz. Bir yanımda ABD Büyükelçisi diğer yanımda bizden biri oturuyor. Bir ara ayağımızın altından bir kedi geçiyor. Büyükeiçi kedilerden nefret ettiğini, sahibi olduğu Labrador'un bugüne kadar yirmi küsür leşi olduğunu söylüyor. Gülümsüyor. Gülümsüyorum ben de...Oradan uzaklaşmak istiyorum..

Bu kez yanımdaki anlatıyor. Efendim zamanında Afgan hükümeti Kabil'in en guzel yerindeki bu araziyi Türkiye, İran ve Rusya için ayırmış. Ancak Rusya şehir dışında bir yer isteyince, Rusların payı da Türkiye'ye verilmiş. Anlayacağınız en büyük temsilciliklerimizden biri oluvermiş Kabil Büyükelçiliği. Devam ediyor. Karşımızda da Afgan istihbaratı var, yazın bahçede oturulmuyor seslerden diye...

Neyse ki bugün o gunlerden biri değil...Guzel bir yemek üstü, sıcak sohbetler yapıyoruz, ateşler yanan bahçede, Sinatra'yı dinlerken...



6 Haziran 2009 Cumartesi

Anne babalara ürkütücü hikayeler...Çocuğum cinselliği keşfediyor ve dahası....


Towelhead...uuuuuuuuuuuuuuuuuu seyretmesi kadar hakkında yazması da zor filmlerden...

Towelhead kelimesinin, Doğuluları aşağılayan bir ifade olmasından yola çıkarak, filmin ırkçı bir boyutu olduğunu anlamanız sizin dahi olduğunuzu göstermez. Evet, filmde ırkçılık çeşitli boyutlarda kullanılmış ancak asıl konu 13 yaşında Lübnan asıllı Amerikalı genç kız Jasira’nın cinselliği keşfetmesiyle ilgili...ya da gençlerin cinsel istismara uğramalarıyla diyelim... 13 yaş olayını sıkça tekrarlayacağım, zira she is just 13....

American Beauty'nin yazarı Alan Ball'ın kaleme aldığı ve yönettiği film (bu noktada kafalarda hemen birşeyler uyanıyor sanırım) başından sonuna dek seyirciyi diken üstünde oturtuyor. En azından bende öyle oldu...Çünkü öyle sahneler var ki izlerken kanınız donuyor... O denli rahatsız edici... Burada yazamayacağım kadar...

Annesi Amerikalı, babası Lübnanlı ayrılmış bir ailenin kızı olan Jasira, annesi ve onun sevgilisiyle birlikte New York’ta yaşamaktadır. Bir gün annesinin erkek arkadaşıyla yaşadığı ilginç bir olay sonucu, (burada boş gözlerle bakan bir surat ifadesi kullanmak istiyorum ama yok, siz hayal edin) babasının yanına Houston’a gönderilir.

Despot baba, Jasira'nin hayatını daha kolay yapmaz. Kızının tampon kullanmasını bile yasaklayan baba, Jasira'nın erkek arkadaşına da sadece renginden dolayı karşı çıkar (sanki kendi beyaz ırkmış gibi- ne diyorum ben)

Jasira'nın hayatı okulda da zordur. Jasira’nın düşünceli arkadaşları sayesinde, ‘’towelhead’’ ve ‘’desert negro’’ gibi Amerikan kültüründeki anlamlı kelimeleri öğreniriz.

Bu arada Jasira, yedek asker olan karşı komşuları Travis’in oğluna bakıcılık yapmaya başlar. Evde Travis’in porno dergilerini keşfeden Jasira, cinselliğinin uyanmasıyla birlikte bundan zevk almaya başlar...(Jasira'nın sık sık orada burada bacaklarını birbirine sürttürerek orgazm oluşunu şaşkınlıkla izleriz) Daha kız 13 yaşında...ya da انها فقط 13

Jasira’nın Travis ile olan ilişkisi de porno dergiler aracılığıyla olacaktır. İkisi arasındaki özel sahneler filmin belki de izlemesi, hatta hazmedilmesi en güç sahneleridir. (Seyirciye herşeyi göstermeden, göstermiş gibi etki yaratmak da yönetmenin başarısı olsa gerek. Yine de Ball’ın artık cinsel taciz hikayelerini bırakıp, daha eğlenceli konular seçmesinin zamanı gelmiş bence...)

Jasira’nın hikayesi, bu kez ‘’iyi’’ komşuları olan yeni evli çiftin bu ters ilişkiyi fark edip, olaya müdahil olması ile daha da karmaşık hale gelecektir.

Arka plan olarak kullanılan Körfez Savaşı ise Jasira, babası ve Travis arasındaki bir diğer bağdır.

Summer Bishil, Jasica rolünde başarılı bir performans sergiliyor ancak karakterinin cinselliği sanki kendi iradesi dışında yaşıyormuş gibi davranması, üstelik olayları asap bozucu bir sakinlikle karşılaması seyirciyi çileden çıkarıyor...

Travis rolüyle Aaron Eckhart ve iyi komşu Melina olarak izlediğimiz Toni Collette (ikisini de severim) filmin kozlarından. Özellikle Eckhart ,Travis rolüyle riskli ve cesur bir karar vermiş. He’s got balls man...

Hikayede 13 yaşında bir kıza babası dışında kendine bir şekilde yakın olan her erkekle cinsellik anlamında birşeyler yaşatılması bana göre insafsızlık olmuş. Annesinin fırsatçı sevgilisi, devamlı sex isteyen abaza boy friend ve Jasica’ya tutkun olan komşu Travis. Bir kız babası olarak rahatsız olmadım desem yalan olur...

Ancak filmin sonlarında baba ve Travis'in birer repliği var ki, seyircinin yüreğinde biraz da olsa rahatlatıcı etki yaratıyor...

Filmi çok beğenmesem de, izlenmesi gerekir diye düşünüyorum. Cesur hikayesi için Towelhead’e beş üzerinden üç veriyorum. Yine de Towelhead is not for everyone.

Bu arada filmin Türkiye'de gösterime girdikten sonra kamouyunu bir şekilde meşgul edeceğinden eminim...

Siz hiç evde yalnızken don atlet delice dans ettiniz mi

Eğer bu soru karşısında ''işte benim dilimden konuşan biri'' diyor, bir heves ve coşkuyla ''evet, evet, evet'' diye bağırıyorsanız, normal değilsiniz demektir. Lütfen sitemi terk ediniz...

SESSİZLİK............................

Yok, yok....Olur mu hiç... Evinde, arabanda bağıra, bağıra şarkı söylemek, çılgınca dans etmek, air play yapmak (hayali gitar çalmak diyelim) kadar kendini iyi ve özgür hissetiren kaç şeye sahip ki insan. Ama bu hissi denemeden bilemezsiniz... İşin tek üzücü yanı ise insanın bu mutluluğu tek başına yaşamak zorunda olmasıdır. Yoksa büyü bozulur..... Evde ya da arabada dağıtmışken, tesadüfen pencereden sizi biraz şaşkınlık biraz da gülümsemeyle izleyenleri de artık bir zahmet göz ardı edeceksiniz...

Şimdi bu işin ''karizma bozucu'' olduğunu düşünüyorsanız, you are wrong....

Başlığı düşününce hemen aklıma iki sahne geliyor. Biri Charlie's Angels'da Cameron Diaz'ın sevimli iç çamaşırlarıyla yaptığı 'butt dance'', ikincisi de artık bir klasik olan ve Tom Cruise'in yıldızının parladığı ''Risky business'' filmdeki o meşhur sahne. (Ben Diaz'ın performansına bire on veriyorum...)


Bu iki örneğin sıcak ve sevimli gözükmesindeki en büyük pay Cameron ve Tom'un (arkadaşlarımmış gibi oldu ) samimi olmalarında yatıyor bence.
Ama iş bizim starlara gelince... Zuhal Olcay'ı kol bastı yaparken ya da Ajda Pekkan'ı roman oynarken görmek gülüncün ötesinde üzücü oluyor.

Yıldızları bir yana bırakalım. Şimdi bu işi benim yapmamı hayal edemeyenler varsa, tavsiyem kendinizi zorlamamanız olur. Bana bile inanılmaz geliyor zahar....Zaten dans ettikten veya şarkı söyledikten sonra bir gerçeğe dönüş anı var ki, uhhh....sanki biraz önce böğüren ya da kollarını ve bacaklarını sağa sola sallayan kişi siz değilmişsiniz gibi, o deli haliniz kendinize bile tuhaf ya da yabancı gelebiliyor...(Çoklu kişilik sendromu böyle olsa gerek) Ancak şarkı söylerken sesinizin kendinize hiç de fena gelmemesi, hatta şarkıcıya yakın tonda söylediğinizi düşünmenizse, nasıl açıklanır bilmiyorum...

Ama dediğim gibi kayda değer bir tanık olmadığı sürece, güvendesinizdir... Amma velakin, sizi tanıyan birine yakalanırsanız, o kişinin hayal gücüne bağlı olarak kendinizi akşam youtube'da izlerken bulabilirsiniz...

Yıllar önce ya ODTÜ'den henüz ayrılmamışım veya DTCF'den daha atılmamışım, (yazılarımda geçmişime ilişkin bazı ayrıntıları acımasızca vermek hoşuma gidiyor) odamda, yerde, kulaklık kafamda, gözlerim kapalı LP dinliyorum....Sanırım Iron Maiden'ın ilk LP'siydi.
Kendimi kaptırmışım. Bir yandan yüksek sesle şarkıyı söylerken, diğer yandan acı çekiyormuşum gibi yerde kıvranıyorum (Gitar çalıyorum, siz anladınız...) Bir ara gözümü açtığımda annem ve babamın başımda dikilmiş, bana acıyan gözlerle baktıklarını gördüm ve puffffffff gerçeğe dönüş....''Yemek hazır''... Asla yakalanma.....

Kendi kendine mutlu olmayı ve biraz da gerçeklikten uzaklaşmak istiyorsanız şiddetle tavsiye ediyorum....Yalnız şu don atlet kısmını isterseniz abartmayalım...



2 Haziran 2009 Salı

Herkesi mutlu etmek mümkün mü.....Enrahah.........


Cumartesi geceyarısı...Beşiktaş şamponluğunu ilan etmiş.Tv kanallarında ve sokakta taraftarlar kutlamaya devam ediyor...TV'de yine izleyecek birşey yok.....Sibel'le Ada yatmışlar. Gidip kontrol ediyorum...Artık üç kişi bizim yatağa sığmıyoruz. Salona dönüyorum.

DVD çalarımız bir süredir bozuk. Ada da odasındakini kullanmamıza izin vermiyor. (Çocuklar bazen çok acımasız olabiliyor) Eh artık laptopla idare edeceğiz.

Happy go lucky. Bu akşamki şanslı film. Altın kürelerde adını duyduğumdan beri izlemek istiyordum. Seyretmekte biraz geç kalındı, oysa genelde bu kadar aksatmam.

İngiliz işçi sınıfı hikayeleriyle bilinen yazar-yönetmen Mike Leigh, bu kez 30 yaşında, ev arkadaşıyla yaşayan , okul öncesi öğretmeni Poppy'nin yaşamına göz atıyor.

Poppy'nin en büyük özelliği mutlu insanlardan olmasıdır. Çenesi bol laf yapan, dışa dönük Poppy, tam bir optimisttir. Bardağın hep dolu tarafını görür...Bazen rahatsız edici boyutlara varsa da...

Poppy, herkesi mutlu etmek gibi bir de misyon yüklemiştir kendine...Ancak bu görevi yerine getirmek o kadar da kolay değildir...Zira kendisini ne kadar mutlu hissetse de, bu yeteneği bazen en yakınıyla olan ilişkisinde işlevsiz kalır.

Bir gün bisikleti çalınan (bunu bile kocaman gülücüklerle karşılaması biraz sinir bozucu ama...) Poppy, direksiyon dersi almaya karar verir. Ve hikayenin ikinci kahramanı direksiyon hocası Scott ile tanışır. Scott, hayattan zevk almayan, kuralcı, komplo teorileri üreten mutsuz biridir. Kısa süre içinde Scott ile Poppy arasında büyük bir aşk başlar.

NOTTTTTTTTT. (İngilizce) Böyle olması çok sıradan olurdu di mi.


Tekrar alıyoruz..... Scott, hayattan zevk almayan, kuralcı, komplo teorileri üreten mutsuz biridir. İlk karşılaşmalarında Poppy’nin yüksek topuklu çizmelerine takan Scott, dersler ilerledikçe Poppy'nin hayatındaki rutinlerden biri olmaya başlar. Ve Enrahah...(Bu kelime Scott’un Poppy’e dikiz ve yan aynaları her zaman kontrol etmesi gerektiğini anlatmaya çalışırken sıkça kullandığı anahtar bir sözcük.) Ancak Scott'ın duyguları, bu garip ilişkinin sonunu getirecektir.

Scott ile Poppy'nin kavga sahnesi filmin belki de en aykırı ve çarpıcı bölümünü oluşturur.... Sahne, Poppy’nin sorunlarla nasıl başettiğine iyi bir örnek...

Poppy'nin renkli dünyasında sadece Scott yoktur. Kız kardeşleri, ev arkadaşı, Flamenko hocası, fizik terapisti ve erkek arkadaşı Poppy'nin gülümseten hikayesinde önemli yer tutarlar. (Özellikle Flamenko hocasına dikkat derim)

Sally Hawkins, Poppy rolünde oldukça ikna edici. Altın kürelerde komedi ve müzikal dalda en iyi kadın oyuncu ödülünü alan Hawkins, ya sev ya nefret et karakteriyle övgüyü hak ediyor.

Seyrederken kendinizi iyi hissedeceğiniz, kahkahalar atmasanız da gülümseyeceğiniz sıcak bir film Happy go lucky.

Konu Başlıkları