17 Haziran 2009 Çarşamba

Zindabad Pakistan, Yaşasın Afganistan

Pakistan-Afganistan gezisi denince düşünmeden atladım...Görmediğim her yere varım, ki bu defasında bir taşla iki kuş misali olacaktı...Üstüne de özel uçak...ohh deymeğin keyfe...(Zor coğrafyalarda havaalanlarında sürünmemek babından)

Cive, cive, cive Pakistan, Pakistan, Pakistan, cive Pakistan......(Bu satırı okurken, anlam bütünlüğü için cümleyi melodik söylüyoruz...)

5.5 saat süren yolculuğun ardından İslamabad'ın askeri havaalanına geliyoruz. Saat farkı artı üç. Yorgunuz. Sabahın erken saatlerinde otelimiz Serena'ya ulaşıyoruz. Yollarda adım başı kontrol noktaları var. Serana ise kale gibi korunuyor...
Mihmandarımız bize bedtime storys anlatıyor. Serana'nın biraz uzağındaki Marriot otelin nasıl bombalandığını hatırlıyor muymuşuz ya da Kabil'deki Serena baskınında kaç kişinin katledildiğini...Suratınızda ilgili ve sempatik bir ifadeyle dinliyormuş gibi yapıyorsunuz ancak içinizden sıçtık diyorsunuz ya da 'f.....' wordü...
Meslek icabıyla ülkedeki durumu bilseniz de, ilk kez acı gerçek suratınızda bir tokat gibi patlıyor ve gerçeğe dönüyorsunuz...
Kendi kendinize, dünyanın en belalı iki ülkesini ziyaret ediyorsun olummmmmmmmm diyorsunuz. Merak ve tedirginliği bir arada barındıran bir duygu size hakim oluyor.

Ziyaretin resmi boyutu iyi gidiyor. Oraya buraya giderken kenti görmeye çalışıyoruz ama nafile. 1960'larda Karaçi'ye alternatif olarak kurulan suni bir başkent İslamabad. Hiç sevmedim. Tipik sıkıcı başkent örneklerinden bile kötü. O derece yani.

İslamabad denince akla gelen tek bir yapı geliyor. Faysal Camii. Suudi Arabistan Kralı Faysal tarafından Pakistan'a hediye edilmiş olan camiinin mimarı ise bir Türk. Vedat Dalokay. 43 proje içinden seçilen tasarım, 200 dönümlük bir park içinde bulunmasından ötürü, Guiness rekorlar kitabında en geniş yüzölçümüne sahip camii olarak geçiyor. Camii, zamanında Ankara'daki Kocatepe Camiinin yerine düşünülmüş, ancak mimarisinin Osmanlı tarzından farklı olması nedeniyle, siyaset oyunlarıyla yapımına izin verilmemiş. Bak görüyor musunuz, ülke olarak büyük bir fısatı daha kaçırmışız.

Korkmayın. Bu İslamabad'daki şöförümüz Emruullah ya da turevi birşey. Hatırlamıyorum. Beyfendi İngilizce bilmiyor. İşin erken bittiği bir gün alışveriş için ikimiz 7 Sector diye bir alışveriş merkezine gittik. Sakın ha mall gibi birşey aklınıza gelmesin. Kasaba çarşısı...
Pashmina alacağım, dükkan soruyorum. Ben ona Pashmina diyorum, o bana pashmina diyor. Gülümsüyoruz birbirimize ama tık yok. Bu sahneyi birden fazla oynuyoruz. Anlaşamadık bir türlü. Sonunda sokaktaki çocuklardan yardım alıyorum ve görev tamam...

Bu arada kafanızın bir köşesinde hep terör olayı var. Konvoydan ayrıysanız, hele bir de yalnızsanız işlerinizi ışık hızıyla, üstün körü (elinin körü acaba kardeş kelime mi - neyse devam edelim) yapıyorsunuz. Her dükkanı potansiyel teror kurbanı olacak yer, her araba veya kötü bakışlı adamı da tetörist olarak algılıyorsunuz. Bidiğin paranoya...

Veeeeee aynı akşam Peşaver'de bir otelde bomba patlıyor. Haberi odamda haber kanallarından birini izlerken alıyorum. Allahım ben nerelere geldim demeden edemiyorum. Benim bir ailem var. Daha gencim...Liste uzayıp gidiyor...

Sonra otelde bir patlama olsa ne yapacağını düşünmeye başlıyorsun, haberin Ankara'da nasıl duyulacağını vs. İşin tabi bir de teröristlerle karşılaşma durumu var ki, amanın en kötüsü... Kafa kesiyor herifler...Hadi İslamabad olmadı, Kabil'de kesin seni bulurlar diyorsun. Hemen bildiğin duaları hatırlamaya çalışıyorsun ya da açıyorsun neti yenilerine bakıyorsun...Terör tehditi olan ülkelere gidenlere kesinlikle bu yönde uyarı yapılmalı, ne bileyim dualar, muskalar falan dağıtılmalı...Buradan davulun sesi hoş geliyor ama orada işin rengi başka..

















Pakistan'da ikinci günümüzde Lahor'dayız. İslamabad'ın yarattığı hayalkırıklığını bırakıyor, tarih kokan bu güzel kent ile yeniden keyifleniyoruz.
İlk durak ünlü Hintli şair İkbal'in anıtı. Anıtı resimdeki amcalar koruyor.
Badşahi camisi ve Şahi kalesi de Lahor'un diğer güzellikleri. Turistik gezi tüm günümüzü alıyor. Akşam Serena'ya geri dönüyoruz.

Bu arada, bunlar da otelimizin Edi ile Büdüsü. Bunlardan bir kaç çift var, sabah akşam sitar ve davul çalıyorlar. İlk beş on dakika kulağa hoş gelse de, onbirinci dakkada beyin uyuşukluğu yapıyor, bir süre sonra ise herşey flulaşıyor, gerisini hatırlamıyorsunuz...
Pakistan'daki son günde mülteci kampını geziyoruz. İçimiz burkuluyor...Çocuklar ah çocuklar...Aklımız orada kalıyor...















Ve uçağımız bozuluyor. Bir gün daha İslamabad'dayız. Biraz dinleniyoruz...Afganistan'da iki değil, bir gece kalacağız. İçimden heyyyyyyyyyyy diye bağırıyoruzm...

Ertesi gün erkenden Mezar-ı Şerif'e hareket ediyoruz. Pakistan'daki sıcak hava burada yok. Havaalanına iner inmez arabalar dolusu korumalar karşılıyor bizi...Uzun konvoylarla yola koyuluyoruz.
Ahmed Raşid'in yazdıklarından biraz farlkı geliyor Afganistan. Beklediğim kadar sefil değil...Pakistan'dan daha yakın hissediyorsunuz...


Belh'e gidip, Mevlana'nın doğduğu evi ziyaret ediyoruz. Evi daha doğrusu arta kalanları anlamaya çalışıyoruz.

Basın aracı nedense en arkada. Ara sıra arkamızı kolluyor, korumalar yerinde mi diye kontrol ediyoruz. Günün sonuna doğru bir ara geride kalıyoruz. Araç benzin almak üzere konvoydan ayrılıyor. Bir yandan kötü birşey olmayacağını düşünseniz de, diğer yandan hah işte filmlerdeki gibi sürüden ayrılanı kurt kapar hikayesi misali hikaye size daha korkunç gelmeye başlıyor. Neyse konvoyu Hz Ali'nin türbesinde yakalıyoruz.
















İkinci durağımız Kabil. Araçlardan inemediğimizden arabadan resim çekmeye çalışıyorum, pek olmuyor.

Resmi temaslar derken, Kabil ve Vardak'taki askeri birlikleri geziyoruz. İlgi büyük. Türkiye'ye özlemleri gözlerinden belli.

Kabil'deki en büyük süprizse Büyükelçilik... Çöl içinde bir vaha sanki.

Son gece yemekteyiz. Bir yanımda ABD Büyükelçisi diğer yanımda bizden biri oturuyor. Bir ara ayağımızın altından bir kedi geçiyor. Büyükeiçi kedilerden nefret ettiğini, sahibi olduğu Labrador'un bugüne kadar yirmi küsür leşi olduğunu söylüyor. Gülümsüyor. Gülümsüyorum ben de...Oradan uzaklaşmak istiyorum..

Bu kez yanımdaki anlatıyor. Efendim zamanında Afgan hükümeti Kabil'in en guzel yerindeki bu araziyi Türkiye, İran ve Rusya için ayırmış. Ancak Rusya şehir dışında bir yer isteyince, Rusların payı da Türkiye'ye verilmiş. Anlayacağınız en büyük temsilciliklerimizden biri oluvermiş Kabil Büyükelçiliği. Devam ediyor. Karşımızda da Afgan istihbaratı var, yazın bahçede oturulmuyor seslerden diye...

Neyse ki bugün o gunlerden biri değil...Guzel bir yemek üstü, sıcak sohbetler yapıyoruz, ateşler yanan bahçede, Sinatra'yı dinlerken...



Hiç yorum yok:

Konu Başlıkları