24 Temmuz 2009 Cuma

arabalar, eskiye kısa bir yolculuk ve sürücü kardeşliği...


Evde temizlik var...Sibel işte, Ada okulda... Ben de kaptım laptopu, geldim Turan Güneş'te yeni açılan Starbucks'a... Bir süre dolandıktan sonra nette, blog için yeni birşeyler karalamaya hazırım... Ama önce peynirli kruvasan, limonlu kek ve çay...

Üniversite yılları... Başında kavak yellerinin estiği, sonradan değerini anladığın o güzel yıllar... Arabam olmadan ehliyet almam diyenlerdenim... Nitekim öyle de oluyor... İlk arabam beyaz bir Murat 131... Bir pazar günü babam, eniştem ve ben onu Maltepe'deki araba pazarından alıyoruz... Mutluyum... Her bir şeyi bahane ederek atıyorum kendimi yollara, amaçsız dolaşıyorum sokak sokak... Plakası RP. Bir seçim dönemi Refah Partisi arabaya reklam amaçlı talip olunca, arabayı değiştirme zamanının geldiğini anlıyorum...

Üniversite yıllarına devam... İkinci arabam siyah bir Ford Tanus. Alıyorum Ford, oluyorum lord... Kullandığım en hantal araç. Direksiyonu döndürmek harcı değil her babayiğidin... Resmi araç kılıklı arabam, o dönemki karamsar havamı yansıtır nitelikte. Bir an önce kurtulmak istiyorum...

Okul bitiyor. ABD’den dönüyor, işe giriyorum. Derken beyaz bir Tipo'ya biniyorum... Yeniden beyaza dönmek iyi geliyor... En çok gezdiğim ve ilk üçü arasında en sevdiğim arabam oluyor... Dili olsa da söylese, ya da söylemese daha iyi... Çok kahrımızı çekiyor...

Bir kaç yıl sonra ilk sıfır arabam Peugeot 206 için takas ediyorum onu... Renk tercihim bu kez maviden yana... Sıfır arabanın kokusu bir kez çarpmaya görsün... sırf onu bir süre solumak için bile araç değiştirebilir insan...

Yeni arabamın keyfini sürüyorum... Bir süre sonra tanımadığım insanlardan anlam çıkaramadığım kötü kötü telefonlar alıyorum... Sonra bir gece ansızın kapıma polisler dayanıyor... Sabahın dördü... Pijamasız açıyorum kapıyı... !!! (Asla pijama giymem-Eşortman altı ve t shirt yeter...) Adamlar şöyle bir süzüyor beni, kimliğime bakıp, yanlış yerde olduklarını anlamış bir ifadeyle, özür dilercesine çekip gidiyorlar...

Anlıyoruz ki Peugeot, arabayı takas aldıktan sonra ruhsatı değiştirmeden bir başkasına satmış... Bu başkası da benim şansıma sicili kabarık bir dönme değil miymiş... Bak sen işe...Dönme ve arkadaşları o gece bir olaya karışmış, polis de arabadaki ruhsata bakınca, işin ucu bana kadar uzanmış... Tabi kapıyı açar açmaz, olayla bir ilgim olamadığının anlaşılmış olduğunu düşünüyorum, sonuçta dönme ya da zepevenge benzer bir yanım yok, zahar... Ancak gecenin zifiri karanlığında mavi kırmızı ışıklar sokağı sarınca mahalleye rezil olmaktan kurtulamıyorum... Peugeot'a şikayet yazıları yazıyoruz ama sonuç çıkmıyor...

O arabayı yıllar sonra bir kez Beşevlerdeki benzinlikte görüyorum... Arabayı aksesuar manyağı yapmışlar... İçim acıyor... Sahibi de hala o malum kişi olsa gerek.... Bakamıyorum...

Bu yeni araba aynı zamanda Sibel ile tanıştığımız dönemlere rastlıyor. Gıcır bir arabam var artık, kim tutabilir ki beni diyorum... Ama yanılıyorum... Yüzüğü takıyoruz...

Bizimkinden önce Murat ve Gökçe'nin düğün arabası oluyor... Onu, Ada doğunca daha büyük bir araba, Ford Focus C-Max ile takas ediyouz... Yine Fordcu oluyoruz... Bu kez rengimiz gri... Bol bol geziyouz... Ama kızımız küçük olduğundan şimdilik annesiyle birlikte arka koltukta zaman geçiriyor... Onların özel şoförlüğünü yapıyorum anlayacağınız...

Araba al, sat, değiştir... bi de fark ediyoruz ki, her araba aslında hayatımızın gerçek birer tanığı... Hepsi farklı bir dönemin simgesi... Yaşımızla, statümüzle hatta havamızla bile değişebiliyor...

Küçükken de arabamız sık sık değişirdi... Babam bir iş için gittiği başka bir kentten, yepyeni bir arabayla dönebilirdi... Arabaları kesinlikle benden daha iyi anlar, bendan daha iyi bakardı...Hala da öyle... Değiştirme ve hız konusunda babama çekmişim anlaşılan...

Çocukluğumda annem jet plotu olan babamın 90'ı geçmesine izin vermezdi... Zavallı adam... Bu nedenle yolculuklarımız biraz uzun sürse de, ne derler ''geç olsun, güç olmasın'' tarzında geçerdi... Ablalarımla birlikte çoğu kez yatar vaziyette, genelde de İzmir-Ankara hattında gidip gelirdik... Sonra arka koltukta önce iki, sonra tek kişi yatmanın hem keyfini hem de yalnızlığını tattım... Ehliyet aldıktan sonra bir daha arka ya da yan koltuğa oturmadım...

Annem iyi bir co-pilottu... Asla uyumaz, sürücüyü bir an ilgisiz, alakasız bırakmazdı... Babamım annemin sol bacağına nazik bir şaplak yapıştırarsak, ''eeeeee hanım şimdi ne yiyoruz ya da dinliyoruz'' şeklinde başlayan muhabbetleri, babamın pipo tütününün kokusu, bizimkilerin ''oğlum kaldır başını da biraz etrafına bak'' serzenişleri... hala o kadar canlılar ki...

Şimdi ben, ailemi uzun seyahatlere götürüyorum... Bir gün Sibel'in yanımda oturacağı ve bana co-pilotluk yapacağı günlerin hayaliyle...

PS...

Son gezimizde yol düz ve boş, önümde sadece bir araç var, gidiyoruz... Hızım 110 civarı... Aracı sollamaya hazırlanıyorum, araç da sola kırıyor, anlamıyorum... Bir süre kendi kendime söylene söylene sürüyorum... Sollamayı yine deniyorum, önümdeki araç bu kez sinyallerini yakıp, söndürüyor... Hala anlamıyorum, ısrarlıyım, geçecem herifi... Adam bu kez camdan sarkıp, eliyle geride kalmamı işaret ediyor...Ve durumu ancak anlayan ben, yavaşlıyorum... İleride radar var...

Adamcağızın ısrarla hiç tanımadığı birini uyarma çabası gerçekten şaşırtıyor ve düşündürüyor... Radar olduğunda genelde karşı şerittekilerin diğer şeritteki sürücüleri uyarmak için uzunlarını yaktığını bilirdim de, böyle bir ısrara hiç tanık olmamıştım... Adamı taktir ediyorum ama teşekkür etme fırsatı bulamıyorum... Ben buna sürücü kardeşliği diyorum...

Hiç yorum yok:

Konu Başlıkları