31 Mayıs 2009 Pazar

Müzik dinleme alışkanlığı nasıl değişir, Iron Maiden'dan Tarkan'a giden uzun ince yol...

Bir zamanlar jet pilotu olan babamın annemi motorsikleti, mızıkası ve ıslıkla çaldığı ''You are always in my heart'' ile tavladığı söylenir. Bir de güzel akordeon çalarmış. Ailede ondan sonra bir entrüman çalan tek şahıs ben oldum. İlkokulda mandolin, daha sonra ise ders alarak sonunda iki el çalmayı başarabildiğim org...Kısa süreli heveslerdi.....

Yıllar su gibi aktı ve kendimi ODTÜ'nün Fizik bölümünde buldum. İlk sene Fehmi ile arkadaş olduk. (Çocukla yıllar sonra Burdur'da bedelli askerlik yaparken karşılaştık ama nedense bir merhabayı birbirimize çok gördük...)

İşte o Fehmi'dir beni rock müzikle tanıştıran. Tabi o zamanlar walkmen ve kaset kullanıyoruz.....Antik çağlardan bahsediyormuşum gibi geldi bir an, oysa daha yirmi küsür sene olmuş...(Bu cümleyi yazarken suratımda süreyi idrak etmiş hoşnutsuz bir ifade var...)

Fehmi bana ve birkaç arkadaşa daha, rock gruplarının en popüler parçalarından hazırladığı kasetleri kulaklıkla ders sırasında ya da aralarda dinletir, biz de yeni keşiflerimizi ders öğrenir edasıyle evlerimizde tekrar ederdik. (ODTÜ'de ne kadar başarılı bir öğrencilik hayatımın olabileceğini varın siz çıkarın)

Gel zaman git zaman babamın yurtdışı görevleri sağolsun, hatırı sayılır bir plak kolleksiyonum oldu. Ankara'da o dönem her rockçının bildiği bir kaç plakçı vardı, oraların da müdavimi olmuştum. Sonra Meridyen dönemi başladı. Konser organizasyonları, dergilere yazılar, fanclupler derken, yirmili yaşlarım, okulun da önüne geçen, müzik dolu günlerle geçti. (Bu yılları başka bir yazıya bırakıyorum, çünküsü hala başlıktaki konuya giremedim)

Lafın kısası uzun zamandır rock müziği dinliyorum...Yaşam tarzı derler ya, tam da o türden. (Anti parantez deyip de parantez açmak biraz komik olacak ama, diyeceğim şu dur ki, ne uzun saç, ne zincir ne siyahla hiç alakam olmadı)

Gençlikten gelen heyecanla önümdeki uzunnnnn yılların, müzik babında aynı yoğunlukla geçeceğini sanmam bir yere kadarmış.
Bazı şeylerin hayat boyu aynı kalacağı güvencesi içindeyseniz, size bir haberim var. Yanılıyorsunuz. Hem de big time.

İnsanın kalbini açtığı her bir yakın kişi öyle ya da böyle hayatını etkiliyor, siz özelinizi ne kadar korumaya çalışsanız da....Bu kötü mü.. Aslında değil, inanın sizi zenginleştiriyor... Dengeyi bir yerlerde buluyorsunuz...

Bizde de öyle oldu.

Sibel'ciğim heavy metal ya da rock müzikle pek alakalı değildir, popüler olmuş Bön Jovi ya da Tef Leppard şarkıları dışında bu türle tanışıklığı yoktur. Benimse Yeni Türkü, Ezginin Günlüğü veya türevleriyle... Yani birbirimizi tamamlıyoruz diyelim.........

Bu yüzden beraberken ne dinleyeceğimiz konusunda Sibel'le bir sorun yaşadığımızı hatırlamıyorum....... ama bir dakika ya...Şu anda yazarken idrak ediyorum ki birlikteyken hep onun sevdiği grupları ve şarkıcıları dinliyoruz. Hadi ya. Bak şimdi. Bunu Sibel'le konuşmamız lazım, acil olarak...

Ada'cığımızın aramıza katılması ise müzik konusunda aile içinde dönüm noktası oldu. Herşeyde olduğu gibi bu konuda da radikal değişikliklere gitmek zorunda kaldık.

Artık evde ve arabada pek çok konuda olduğu gibi müzikte de Ada'nın borusu ötüyor. Tarkan’dan Serdar Ortaç’a, Hepsi'den Ajda Pekkan'a (Ada için Pe’Kan) tanıdık tanımadık tüm popüler grup ya da kişiler artık yılların rockçısı Göksel'in evinde, arabasında çın çın çınlıyor.

Bir yandan karım diğer yandan kızım, nedir bu çektiğim eziyet ya, hiç mi bana sıra gelmeyecek! Ben de işe gidip gelirken koyuyorum en hevisinden cd'leri, köklüyorum volümü, oh be dünya varmış diyor, geçip gidiyorum.....

PS.....Yıllar önce bir vesileyle Cumhurbaşkanlığı Orkestrası Şefi Gürer Aykal'ın arabasında Bilkent'e gidiyoruz. Gürer Bey bir ara frene basınca ön koltuğun altındaki cd'ler tam da benim ayağımın altına dağıldılar . Bir de ne göreyim, klasik müzik üstadının arabasında o dönem meşhur olan popcu Ahmet'in 'Ah canım vah canım' cd'si öylece bana bakıyor. O gün büyük hayal kırıklığı yaşamıştım. Şimdi anlıyorum ki benimkisi ukalalıkmış.

Asla büyük konuşmayacaksın. Hele bir de çocuğun varsa...............

Muhabir kalmak, genç görünmek ve Benjamin Button’u anlamak üzerine

Sibel'cim geçen günlerin birinde eski muhabirlerden ortak bir adem arkadaşımızı görmüş. Hoşbeşin ardından muhabirlikten ""sorumlu kişiye"" terfi etmiş olan arkadaşımız Sibel'e beni sormuş ve ''hala muhabirlik mi yapıyor'' demiş. Babababak......Sibel de, evet hala muhabirlik yapıyor ve işinden de gayet memnun cevabını yapıştırıvermiş. O da, pot kırdığını veya densizlik ettiğini ya da yanlış anlaşılmaya açık bir söz sarf ettiğini fark ederek,'' ben de alanda olmayı özlüyorum aslında canım' gibilerinden birşeyler gevelemiş.

Şimdi adama densiz falan dedik ama bu durumda da kendimizi alıngan pozisyonuna sokmayalım. Çünküsü( Ada'nın değimiyle) öyle birşey yok. Bundan alınmam söz konusu olamaz, Yok yok gerçekten alınmadım. Sadece alınacağımın düşünülmesinden biraz rahatsız oldum.

Ben muhabirim ve muhabir kalmak istiyorummmmmmm. Bu ülkede muhabirlikten emekli olan yok mu ya.

Şimdiiiiiiiiiiiii. Yeri gelmişken kendi özelimde genel bir konuya parmak basıyorum. Türkiye'de muhabir olmak ya da ‘yaş ilerlerken müdür olamazsan sana yuh derler’ anlayışı.

Okulu olmasına rağmen diğer meslek dallarından mezun hevesli arkadaşların da yapabileceği bir işte çalışmak, baştan insanın moralini bozuyor tabii. Sonuçta ortaya sanki kalifiye olman pek de gerekmiyormuş gibi bir görüntü çıkıyor. Üzücü.

Şimdi bu, okullu mu alaylı mı tartışmalarına benzeyecek ama neyse biz devam edelim. (Bu arada şimdi kelimesini çok kullandığımı fark ettim, şimdiye kadar üç oldu)

Artık öyle bir noktaya gelmişiz ki adam, 35'ine geldi mi, iş tamam. Birazcık da işinde parlaksa, hooooop alıyorlar ya müdür yapıyorlar ya anchorman ya da köşe yazarı. Adam alanda tam verimli olacağı bir dönemde masa başına hapsoluyor. (Tabi bunu terfi ya da statü atlama olarak düşünenler de olabilir :)
Eh... biraz da prestij kazanmanın verdiği heyecanla verilen bu unvanları elinin tersiyle itecek babayiğitin çıktığı da pek görülmüş değildir hani. (Türkiye şartlarında terfiyi kabul etmemek de ne kadar gerçekci, orası tartışmaya açık – İdealist olmak gerekli sanırım. Haşa ben değilim)
Peki bu adamları kırklarında ya da ötesinde ne yapacaklar. Paşa mı? Zati donanımsız erken ahkam kesmeye başlayanların dedikleri veya yazdıkları kendiliğinden okur ve seyirciyle buluşmuyor. Doğal selection diyoruz biz buna.
Medya sektörü düşünüldüğünde, yaptığı işi bu kadar aşağılayan başka bir meslek grubu var mı dır bilmiyorum. (Başka mesleklerden okuyanlar varsa, "Olma mı, var tabi. Bizim sektör de öyle" dediklerini duyar gibiyim. Bu arada, Olma mı lafı bana hep Babam ve oğlum filmini hatırlatır. "Dilim lal olaydı. Benim yüzündennnnnnnnnn…….." Ne sahneydi ama……)
Konuyu fazla dağıtmayalım.
Benim de bir zamanlar birlikte haber izlediğim ancak şu anda çalıştıkları kurumlarda müdür ya da sorumlu olan pek çok arkadaşım var. Good for them. Nedenleri onları ilgilendirir.
Oysa gevur ellerinde böyle mi oluyor. Hepimiz CNN INT'ı izliyoruz ya da Beyaz Saray muhabirlerinden haberdarız. Kafalarındakiler dahil bilmem nerelerindeki kılları ağarmış amca ve teyzeler hala ayaktalar ve işlerini hakkıyla yapıyorlar. Ne mutlu onlara...
Bir defa muhabirlik (hoş bizim yaptığımıza aktarmacılık demek daha doğru), manken ya da sporcu olmak gibi belli yaş aralıklarında yapılacak mesleklerden değil ki. Neden bu sektörde son nokta muhabirlik değil de, editörlük, müdürlük vs.
Ben de üç üniversite değiştirmem! nedeyiyle ancak 1993'da girdiğim bu sektöre TRT'de 'Ateş Hattı' programıyla başladım, sonra Kanal 6'da 'Pusula, CTV'de 'CTV'de Sabah' programları geldi. NTV (dört günlük bir şey...) derken, TV 8'de de bir süre editörlük ve muhabirlik yaptım...Şimde de ajanstayım..
Sorarsanız, şu anda yaptığım işten memnunum. (Tatsız yanları yok değil ama hangi işte yok ki) Tabii yurt dışı seyahatler işin bonusu. Bu artı olmasaydı yine aynı düşünür müydüm, bak onu bilmiyorum. Fiziksel, zihinsel ve ruhsal bakımdan idare edebildiğim sürece de alanda kalmaya niyetliyim.
Benim durumumda, yaşımı da göstermediğim için henüz, (burada kaşlar yukarı doğru iki defa oynatılıyor) alanda dolanmam pek de dikkati çekmiyor. Beauty is a curse-Nip/Tuck.
Bu yaş olayı avantaj mı değil mi zor bir soru. Benimkisi genlerle ilgili. (Ama genlerini beğeniyorum espirilerini artık duymak istemiyorum)
Beslenmeme yeni yeni dikkat etmeye başlasam da, kısa aralıklarla düzenli yaptığım sporu bir türlü rutine dönüştüremememe (ne çok meme oldu) üzülüyorum. (sabah altıda kalktığım Renewa yıllarımı ve 'açtım aşk defterini' şarkısıyla kahvaltı hazırladığım günleri başka bir yazıya saklıyorum)
Görünüş açısından, 1.94 boy olunca kilolar fazla sırıtmıyor. Ama saçlarda beyazlar ve üstlerden seyrelme var tabii. Ancak vahim bir durum söz konusu değil henüz (en azından Sibel’e göre)

Yani benim yaşla ilgili bir sorunum yok aksine bazan genç göstermek işime gelmiyor doğrusu. Bunun için gözlük kullanmayı bile düşündüm. Hoş yakın gözlüğüm var ama onu takmak kendimi olgun değil yaşlı hissettiriyor. Al sana bir dilemma. (İnsanları mutlu etmenin yolu yok arkadaşlar.)
Şimdi (al bir tane daha, kaç oldu yazı sonunda soracağım) insan genç gösteriyor diye sorun yapar mı demeyim. Şöyle bir örnek vereyim. Yakın gözlüğü almaya gidiyorum, gözlükçü hanım, sorgular şekilde "Yakın gözlüğünü biz kırktan sonra veriyoruz, sizin için biraz erken değil mi" diyor.
Ben de " hanım hanım kırkı geçeli yıllar oldu" demek istiyorum ama, sohbeti sahte gülücüklerle tatlıya bağlıyorum. Benzer olaylar sıkça olunca, işin tadı da ister istemez kaçıyor tabii.

Usta yönetmen David Fincher'in pek de beğenmediğim Benjamin Button filmi aklıma geliyor. Benzerlikse şurada: Görüntü kurtarsa da, yaş orada duruyor. Kırk yıllık bir hayatı barındırıyorsunuz içinizde. Ona göre davranıyor, düşünüyor ve ona göre karşılık bekliyorsunuz. Di mi ya.

Ben de 'Bu yüzdendir sitemim, bu yüzdendir anlaşılamama endişem'' diyorum (Sezen Aksu şarkısı gibi oldu) ve konuyu kapatıyorum...

28 Mayıs 2009 Perşembe

Lamia gitti, kavga bitti ya da erkeklerin kabusu dizilerin final sezonu geldi Heyo....


Şaka şaka, kavga yok ama bir sessizlik, bir huzur, bir memnuniyet verici boşluk olduğu kesin.
Efendim, evde eğer iki karşı cinsle birlikte yaşıyorsanız, iki televizyonunuz da olsa nafile. Hele diziyi bir maç heyecanıyla izleyen bir eşiniz varsa, görme gitsin. Çığlık, bağrış, çağrış gırla. Yok eleştirmek için söylemiyorum, Sibel'i Sibel yapan güzel özelliklerden biri sadece. Yalnız biraz daha az bağırmasını tercih ederdim. Zira bazen otururken ya da yatarken yerinden fırlama durumunda kalabiliyorsun.
Canımmmmmm seni seviyorum. (Dedim ve şu anda Biri bana gelsin'de Rafet ,Seni seviyorum'u icra ediyor) Ne tatlı tesadüf...
Devam edelim...Dizi saatleri gelince yapılacak fazla birşey yoktur...Ya onlarla oturup azap çekerek birbirinin aynı dizileri seyretme işkencesine katlanacaksınız ya da odayı terk edip internete takılacak, olmadı kitap okuyacaksınız. Veya tıpış tıpış yatak odanıza gidip, saate bakmaksızın uyuyacaksınız. Maaşallah meretler bir başladı mı bitmiyor zahar....Valla ben uykuya dalıyorum kalkıyorum bakıyorum, içeriden hala mavi bir ışık geliyor. Uykusuzluğa dayanamayan Sibel cin olmuş...Bak bak.....

İlle de uğruna ölmem mi gerek......şimdi de ''küçük Rafet'' Yunus, şarkısını söylüyor....
Sibel'cim bir yandan hafta içi her geceye en az bir dizi sığdırırken, Ada'nın da
annesinden kalır yanı yok. Bir ara Bez bebek ve Selena gibi dizileri takip ederken, şimdilerde olayı abartarak Adanalı, Aşk-ı Memnu ve Asi'yi izliyor. ?????
Adanalı'yı O'nun değimiyle 'Varkvar' şarkısı (Ceza'nın Fark var'ı) için izlemeye başladı, tamam ama ya diğerleri. O da anasına çekmiş. Asıl oğlanla kız öpüşmeye görsün, canııııım... o sahnelere utancından bakamıyor ama ses maşallah annesininki gibi biraz gür. İkisinin de aynı sahnelerde verdiği reaksiyonu hayal edebilirseniz, benim ne kadar eli öpesi mübarek bir adam olduğumu anlarsınız. Sabır ya sabır...
Aaaaşk bir kalbin içinde ağşıyor aaaaaaaaaaaaaaaaaşk......şimdi de Rafet ve Yusuf yılın şarkısı Aşk-ı Virane'yi söylüyor.
Gelelim başlığa adını verdiğim kınalı yapıncak Lamia'nın sıkıntıdan ve sinirden adam öldüren dizisi Dudaktan Kalbe.
Hepimizin gözü aydın ki bitti. Reşat Nuri Güntekin'i saygı ile anıyoruz amma iş başka. Başroldeki üç oyuncunun (Sibel üzülmesin diye embesil lafını çıkarıyorum) basiretsiz, zayıf ve ağlak karekterleri bir yana, sevenlerin bir türlü kavuşamaması teması artık bın getirdi. Kardeşim! her dizide mi aynı şey olur. İki kişi birbirini sever ama yanlış anlamalar ve gurur yüzünden hem kendilerine hem de bize günü zehir ederler. Karşılıklı açık açık konuşmak akıllarına gelmiyor nedense. Tabii aksi halde diziler nasıl 5 saat ve 100 sezon olacak.
Bu dizide bir de aşk ve sevgi çatışması var ki, bu sabah biz de bu konuda biraz sohbet ettik. Sibel sabah uyanır uyanmaz Lamia ile Cemil evlendi. Çok güzeldi diye başladı. (Evliliğimizin kötü gittiğini sanmayın, yanılırsınız.) Hüseyin Kenan ise sanırım intihar etmiş. Sibel, Hüseyin Kenan'ın Lamia'yı onla konuşmadığı ve hırpaladığı için kaybettiğini, Lamia'nın da başta Hüseyin Kenan'a aşık olmasına rağmen, gerçek aşkı Cemil'de bulduğunu söylüyor.
Şimdi söyleyin bakalım aşk mı sevgi mi. Ben ikisini de isterim demeyin. Yok öyle birşey.
Biri bana gelsin o da sensin Sibel'cim.....Biraz da onun hakkında iyi şeyler yazayım ki, biraz sonra okuyunca laptopu kafamda kırmasın

27 Mayıs 2009 Çarşamba

ben ve meridyenle ilgili netteki bazı yazılar


Ekşi sözlük

Ankara radyolarında hard'n'heavy programları yapmış, G'n'R hayranı bir müzik adamıydı. şimdi ne eder bilmek kabil değil.

(sudaki duman, 14.08.2003 14:06)


Milliyet
Geleceğe Dönüş
Efkan Kula

80'ler 2000'e giriyor

11 Mart akşamı Captain Hook Bar'da "80'li Yıllar Partisi" yapılacak. Bu sıralar tüm dünyada 80'lere bir dönüş var. Ama o yılların bizim için daha özel olduğunu düşünüp bazı şeyleri hatırlamak istedik.
80'li yıllar geri döndü. Radyolar bugünlerde sık sık o yıllara ait şarkılar çalıyor. O dönemin albümleri alınıyor. Toplama kasetlere 80'lerin hitleri giriyor. Dünyadaki ilgiyi ise bizde de gösterime girmesi beklenen "Velvet Goldmine" filmi kanıtlıyor. Film 70'lerde başlayıp 80'lere kadar uzanan "glam" kültürünü yansıtıyor.
11 Mart akşamı saat 22.30'da İstanbul Harbiye Captain Hook Bar'da "80 Yıllar" partisi yapılacak. Zihni Müzik ve Blue Jean dergisinin katkısıyla hazırlanacak partinin çıkış noktası, 80'li yılların gençliğinin hit şarkılarını çalarak bu yılları kaçıran insanlara o dönemin zevklerini göstermek, ayrıca o jenerasyona ait insanları da geçmişe götürerek keyif almalarını sağlamak. Girişin 500 bin lira olacağı partide, dönemin hemen hemen tüm hitleri çalınacak.
Bugünlerde en fazla satan albümlere bir baktığımızda aslında 80'lerle benzeşen bir şey ortaya çıkıyor: Listelerin ilk beş sırasını radyoların yaptığı toplama albümler almış. 80'lerde de DJ Hakan Gündüz'ün başını çektiği Panorama, Galaxy Disco Dance, Blam, Relax, Music Machine, Gala gibi benzer seriler vardı. "Araba müziği" kavramı da böyle gelişmişti. 80'lerin ilk dönemine Amerikan popu hakimdi. Michael Jackson'ın "Bad" albümü bizde de her eve girdi. İkinci dönemde pop, İngiltere önderliğinde Avrupa'ya kaydı. İngilizlerin "new romantics" akımı başladı. Pop müzikte grup anlayışı oluştu. Duran Duran, Spandau Ballet, Black, Sandra, Gazebo, Mel & Kim, Falco, Modern Talking, A - HA dönemin en popüler isimleriydi. "New wave" türünde ise Depeche Mode, Erasure ve Soft Cell önemli temsilcilerdi. Şüphesiz o yıllarda pop müziğin en büyük skandalı Milli Vanilli'nin sahte olduğunun ortaya çıkmasıydı.
85'ten sonra rock'a ilginç makyaj ve kostümleriyle Mötley Crue, Poison, Love & Hate gibi Los Angeles'lı glam grupları ağırlık koydu. Punk kültürü bu dönemde oluşmaya başladı. Teknolojiyle rock müzik sertleşti. Thrash ve speed metal yükseldi. Metallica, Megadeth, Slayer, Anthrax gibi gruplar ortaya çıktı. Öte yandan İngiltere'de "new wave of British heavy metal" akımının temsilcisi Iron Maiden dönemin en popüler grubu oldu. Bu tür, Motörhead gibi grupların da çıkış noktasıydı. Nick Cave, Leonard Cohen gibi "beat" kuşağının temsilcileri o zaman da vardı ama ön planda değillerdi. Queen ve Bruce Springsteen'in en verimli dönemleriydi. Scorpion'ın slow'ları herkesin dilindeydi. Çok sevilen Europe bu zamana kadar gelemedi.
O yıllarda bir "kasete çektirme" olayı vardı. Çünkü albümlerin orijinallerine ulaşmak kolay değildi. Kötü kayıtlarla müzik dinlenirdi. Müzik çok çeşitli değildi. Rock'sa rock, popsa poptu. 80'lerin giyim tarzından da bahsetmeden olmaz. Şimdilerde çoğumuza zorla giydirilecek olan beyaz çorap veya Şan Mode etiketli bol kot pontolonu o zamanlar hepimiz beğenirdik. Saçların arkası uzatılırdı. Gerçi bunda hala ısrar edenler var.
80'lerde konser yoktu. Sadece duvara posterler asılır ve bakılırdı. Oysa geçtiğimiz beş yıl içinde birçok grup ve müzisyenin konserini izleyebildik. Kadıköy kültürü de o zaman gelişti. Kadıköy'de Akmar Pasajı, Beyoğlu'unda ise Atlas Pasajı özellikle rock'çı gençliğin uğrak yeri oldu. Türk rock grupları çoğaldı. Whisky, Kramp, Dr. Skull, Pentagram gibi iyi gruplar çıktı. Uzun saç yaygınlaşmaya başladı. O dönem rap'in de yükseldiği zamandı. Popçunun, rock'çının yanına bir de rap'çi eklendi. Run DMC en "baba" gruptu.
Türk popu Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Nilüfer, Nükhet Duru'dan ibaretti. Arabesk belli kesimlerde hala yasaklıydı. Ama yasaklılar da ortaya çıkıyordu. Radyoda Göksel Sözer'in Meridyen programı, polis radyosunda Şener Yıldız'ın Rock Dünyası, TRT 3'te ise Yavuz Aydar'ın Stüdyo FM'i vardı. Müzik, Hey dergisinden takip edilirdi.
Bunlar bizim ilk anda aklımıza gelenler. Elbette daha çok ayrıntı vardır. Belki de gerisini hatırlamak için partiye gitmek yeterli olacak.
Captain Hook
Cumhuriyet cad. Harbiye Askeri Müze karşısı No: 349 / 1 Harbiye
Tel: 0212 240 68 49


Düşler ve kabuslar

Doğu gene köpürdü :)))

Arkadaşlar azı dişi kerpeteni'nden önce zaten radyoda "mahşerin üç atlısı" programıyla aptül-kaan-keçe vardı. ayrıca türkiye'de ilk metal radyo programları şener yıldız ve göksel sözer tarafından yapılmıştır.
kısacası ilk metal programları ilk önce ankara'da (1986), sonra istanbul'da (1991), en son da izmir'de yapılmıştır.
devlete ait trt ve polis radyoları istanbul ve ankara'da iken, ilk özel radyo kent fm ve ikinci özel radyo genç radyo istanbul'da iken izmir'e bu konuda ancak bok yemek düşer :)
metal alanında hiçbir şeyin öncüsü değildir izmir, hep arkadan gelir. yazıktır ama bu böyledir...


Türk rock

Müzik zevkini geliştiren adamlar konusu ayrı bir forum olabilir aslında. ankara polis radyosundan şener yıldız ve göksel sözer, özel radyoların olmadığı günlerde "meridyen", r"ock dünyasından" ve "meteo"r gibi programlarla inanılmaz faydalı oldular. muhteşem günlerdi onlar....
trt radyo3 yavuz aydar ise hala program yapıyor ve bence turkiyenin en saygı duyulması gereken müzik adamlarından biri. bildiklerimin bir çoğunu kendisinden öğrendim ve bunu da bir ara yüzüne söyleme fırsatı bulduğum için mutluyum.
bu isimler bence türkiye'deki müziksever kitlenin oturmasında önemli rol sahibidir. bugun aynı kaliteli çizgide yayın yapan sadece radyoodtu'yu görüyorum.
ama artık müzik kirlendi. radiohead'in adam sayıldığı bir dünyada yaşıyoruz. müziği ciddiye aldığını zannedenler daha marillion gibi grupları duymadan radiohead gibi garip şeyleri zirveye çıkartıyor.
tabii ki deep purple. deep purple, 80'li yıllarda yaşayanlar için tanrısal bir isme sahipti. biz o programcılardan öğrendik her şeyi.. yeni çıkan her albümü anında bize ulaştıran o programlar belirli bir müzik zevkinin oturmasını sağladı.
bu noktada bir gözlemimi de söylemek istiyorum. polis radyosu'nda sıklıkla rock programı yapılırdı. bu programlar ankara ve istanbul polis radyosunda dinlenirdi. türkiye polis radyosu dışında kanallardı bunlar. izmir'de yoktu. dolayısyla izmirde dinleyici kitlesinin görece olarak eksik olmasını biraz bu duruma bağlarım.

Bildiğiniz Dio'lu Black Sabbath ya da Heaven and Hell


Eski bir radyocu olarak, dinlediğin grupların yeni albümleri hakkında bir iki şey söylemek ya da yazmak artık gelenek olmuş. Hoş, eskiden bu işi radyo ya da dergilerde yapardık ama....

Heaven and Hell'i yeni bir grup sananlar olabilir ya da isim bir yerlerden tanıdık gelebilir. Heaven and Hell, bildiğiniz Ronnie James Dio'lu Black Sabbath. Amcalar (diyorum çünkü yaş ortalaması sanırım 50'nin sonlarına denk geliyor) Dio'lu Black Sabath yılları konsepti için bir kaç yıl önce bir araya gelince, bakmışlar "chemistry is there", yola kaldıkları yerden devam etmeye karar vermişler.

Ne de olsa Heaven and Hell ve Mob Rules gibi metal dünyasının en baba albümlerini çıkaran kadronun yeniden bir araya gelmesi, pek çoğu gibi beni de heyecanlandırmıştı. Bunların bir de Live Evil adlı bir konser albümleri vardırki, tüm zamanların en iyi konser albümleri arasında yer alır. Ancak 1992'de çıkarılan Dehumanizer albümünü bu gurubun discografisinde saymak istemiyorum. Yok sayalım en iyisi...

Gelelim HnH'nin yeni albümü Devil you know'a. Albüm kesinlikle yılın en iyilerinden. Zaten bir iki yıldır eski grupların çıkardığı neredeyse tüm albümler çok iyi. Rock müziğin parlak yılları 70 ve 80'lere dönüş var gibi.

Albüm Atom and Evil ile başlıyor. İlk dinleyişinizde bile albümün iyi olduğu hissine kapılıyorsunuz. Bu, ilk sahnesinde bir filmin nasıl olacağını anlamak gibi birşey...Albümün çıkış parçası Bible black, tam bir monster track. Atom and Evil'in yanı sıra Fear, Double the pain ve Breaking into heaven ise biraz daha ön plana çıkıyor. Albüm bütün olarak Black Sabbath sounduyla hayranlarını tatmin etmeyi başarıyor. Her biri kendi alanında efsane olmuş adamların performanslarına ilişkin pek de birşey söylemeye gerek yok. Grubun ilk stüdyo albümünün heyecanı hepsinde hissediliyor.
Devil you know, Heaven and Hell ve Mob Rules kadar olmasa da onlara çok yakın.

GGGG

Albüm kapağıyla ilgilenenler için ilginç olabilir:

The album artwork is adapted from a painting by Per Haagensen entitled "Satan". The artwork features the numbers 25 and 41. The numbers refer to the Bible verse Matthew 25:41 that deals with the Last Judgement where those who sit at the left side of God are cast down into hell.

Tüm parçalar Butler, Dio and Iommi tarafından yazılmış.

"Atom and Evil" – 5:15
"Fear"– 4:48
"Bible Black"– 6:29
"Double the Pain"– 5:25
"Rock and Roll Angel"– 6:25
"The Turn of the Screw"– 5:02
"Eating the Cannibals"– 3:37
"Follow the Tears"– 6:12
"Neverwhere"– 4:35
"Breaking Into Heaven"– 6:46


Ronnie James Dio - vokal
Tony Iommi - gitar
Geezer Butler - bas gitar
Vinny Appice - davul

26 Mayıs 2009 Salı

üç çocuk, bir köpek ve bahçeli bir ev istiyorum

Marley and me

Bizimkiler yattıktan sonra tek başıma zaman geçirmek amacıyla seyretmeye başladığım, ancak gel görki, sonunda içimde hayata ilişkin yeni ve sıcak hisler yaratan tam bir aile filmi. (Hayır ağlamadım - biraz hüzün üstü göz buğusu diyelim)

Ne yalan söyleyeyim, Owen Wilson ve Jennifer Aniston'lu bir kadroyu görünce filme baştan önyargıyla yaklaştım. Wilson idare etse de, Aniston'u hem tip olarak (Brad ne buldu onda hiç anlamam) hem oyuncu olarak beğenmem. Marley çok daha iyi rol kesiyor.

Neyse yanıma aldım çekirdek ve limonata (artık kola içmiyorum-mısır patlatmaya da üşendim) başladım filmi izlemeye.

-SPOİLER ALERT- ya da filmin konusunu ve sonunu öğrenmek istemeyenler için son uyarı-

Film, gazeteci-yazar John Grogan'ın otobiyografik ilk romanından uyarlanmış. Yönetmen koltuğunda ise en son Devil wears Prada ile beğeni toplayan David Frankel oturuyor.

Hikaye, gazetecilik kariyerleri için Florida'ya taşınan genç çiftin aile olmaya başlamadan önce evlerine aldıkları köpek yavrusu ve ailenin büyümesiyle birlikte gelişen olayların kimi zaman komik kimi zamansa hüzünlü bir anlatımı.

Bir yandan aile olurken, diğer yandan iş dünyasında ayakta durmanın zorluğunu gözler önüne seren film, bütün bunların arasında bir de köpek yetiştirmenin neredeyse delilik olduğu hissini veriyor.


Sonuçta evlerimize aldığımız hayvanlar geçici hevesler degil, ailenin bir parçasıdır ana fikrinden hareketle gelişen film, kötü beslenmenin hayatta ciddi sorunlar yaratabileceği gerçeğiyle son buluyor. (Ne diyeyim, pat diye filmin sonunu soyleyemezdim)

Peki bu filmden ne sonuç çıkardık...........

Aile sorumluluk ve fedakarlık ister, evlenirken ve çocuk yaparken iki kere düşün,
ya da bekar kal....
Eşinle aynı işi yapma,
Gıpta ettiğin hayata sahip arkadaşları hayatından çıkart, başın rahat olsun,
Sağlıklı beslen.

Simdi gelelim hikayenin bende yarattığı etkiye,
Evet, üç çocuk, bir köpek ve de bir bahçeli ev istiyorum..........


çokkkkkkkk eskiden hala çokkkkkkk sevdiği bir şarkı üzerine yazılmış karamsar bir deneme


Siyah

Bir yerde okudum belki. Belki duydum birinden. Yaşamın tersi değil ölüm, yaşam doğumla ölüm arası. Peki yaşamın tersi ne. İşte ben onu yaşıyorum şimdi.

Bilmiyorum, nefret ediyorum, herşey, herşey.

Arabasına doğru ilerlerken suratında saklı bir gülümseme vardı. Hani yolda yürürken insanların fark edip de, size tuhaf tuhaf baktığı, anlam veremediği. İşte o cinsten. Ama onların fark edemedikleri, o gülüşlerin içinde hep bir hüzün ve özlemin saklı olduğudur. Bizi gülümseten sonuçta bir anının parçası değil midir. Artık bitmiş, yaşanmış bir şeyi hatırlamak ne kadar gülümsetebilir ki. Ölü birşey hiç güldürebilir mi. Hafızamız bir mezarlık mı. Tanrım. Kim.

Mekanik bir hareketle anahtarı cebinden çıkarttı, arabasının kapısını açtı. Koltuğa otururken, bir anda aklına Meryl Streep'in Silkwood'da sonuna giderkenki hali geldi. Dikiz aynasına baktı, gülümseme hala oradaydı. Aynada kabullenmiş, emin, sonunu bilen biri vardı. Yalnızlık....

Eli marşa gitti ve motorun o güven veren sesi. CD çalarda ise o şarkı.

Sizin hiç son kez dinlemek istediğiniz bir şarkınız oldu mu. Köprü. Belki daha çok geçişi sağlayacak, bir yandan kışkırtırken, diğer yandan kolaylaştıracak. Şanslıyım. Benim var. Beraber söylediğim. Ne ilginçtir o şarkıyı kaç defa, kaç değişik insanla, kaç değişik yerde dinledim. Hepsi de ne kadar da farklıydı birbirinden. Yalnız şarkıydı değişmeyen.

Artık zaman bugün. Yanımda ise sadece ben. Şarkı ise hep orada. İşte başladı......

Direksiyonu daha sıkı kavradı. Yanağı ıslanınca şaşırdı. Aynaya baktı. Tanımadı. Bir an için dönmeyi istedi. Çok....Buraya kadar nasıl gelinmişti. Nerede atlamıştı ya da gerçekte yanlış olan var mıydı. Kader. Yok canım. Kahrolası seçimler. Ama ben buyum işte.



Kırmızıda durdu. Niye.... Dışarı bir göz attı. Etraf bulanmıştı. Gözünü sildi. Birşey değişmedi. Bu kez silecekleri denedi.

Gaza bastı. Kızmıştı. Kendine. Büyük olasılıkla. Nefesini düzenledi. Şarkıyı söylemeye başladı. Tekrar, tekrar, tekrar. Evler bitmişti, ışık ta. Gününde geçmişi yaşamak, kaybettiklerini hala aramak, hiç sahip olamayacaklarına özlem duymak... Hüznün ona yakıştığını düşündü. Normal birşey miydi şimdi bu, ama normal olması da gerekmiyordu ki. Yine de kalbi kırılmıştı. Hep o şarkı. Çoğu zayıflfk diyecekti. Onlar ne bilirlerdi ki. Devam etmek niye. Esas güçlü olan oydu. Hepsini düşündü. Ailesini, geride kalanları daha çok arkadaşlarını, saçma sapan bir yığın insanı da.

İşte şarkının o can alıcı kısmı yine başladı. Sesi biraz daha yükseltti. Farları söndürdü. Yıldızlar ne kadar da yakındı.



"Biliyorum bir gün güzel bir hayatın olacak. Biliyorum, bir gün bir başkasının gökyüzünde güneş olacaksın, ama niye benimkinde değil''

90'larda bir tarih...



-






Black ~





Sheets of empty canvas, untouched sheets of clay


Were laid spread out before me as her body once did


All five horizons revolved around her soul As the earth to the sun


Now the air I tasted and breathed has taken a turn


Oh, and all I taught her was everything


Oh, I know she gave me all that she wore


And now my bitter hands chafe beneath the clouds


Of what was everything


Oh, the pictures have all been washed in black, tattooed everything


I take a walk outsideI'm surrounded by some kids at play


I can feel their laughter, so why do I sear


Oh, and twisted thoughts that spin round my head


I'm spinning, oh, I'm spinning


How quick the sun can, drop away


And now my bitter hands cradle broken glass


Of what was everything


All the pictures have all been washed in black, tattooed everything


All the love gone bad turned my world to black


Tattooed all I see, all that I am, all I'll ever be- yeah


I know someday you'll have a beautiful life,


I know you'll be a sunIn somebody else's sky, but why

Why, why can't it be, why can't it be mine





JUDAS PRIST - Rock hard, ride free


Blogumu Tuğrul ve Umur ile oluşturduktan sonra, sayfama hemen birşeyler koyayım dedim ve hazırda bulunan geçen yıl Zor dergisi için yazdığım bir konser yazısını ilk yazım olarak seçtim.

Temmuzun en sicak gunlerinden biri. Ankara dan Judas Priest konseri icin Istanbul a gidenlerin çoğu gibi günü Ortaköy’de geçirdik.
Konser saatinin yaklaşmasıyla heyecanımız artıyordu. Kuruçesme Arenaya doğru yürümeye başladık. Arenanın çevresini sarmış ama bir nedenle içeri girmeyi henüz tercih etmeyen kalabalık arasından ilerledik. Umulanin aksine hiç kuyruk sırası beklemeden, guvenlikten gecerek arenanın içine süzüldük. (O an yanımıza fotograf makinası almadığımıza pişman olduk)

Arena bekledigimden küçüktü ama sahnenin hemen yanindaki bogaz manzarasi nefes kesiyordu. Ortama bir anda ısındık. Konser t shirtlerimizi alır almaz üzerimize geçirdik. Birer icecekle ferahlarken agirlikli olarak seksenlerin -rock muzigin top yaptigi o guzel yillar- hit parcalarindan hazırlanmis cd'yi dinlemeye koyulduk.

Arena yavaş yavaş doluyordu. Bir ara Judasin hakettigi kalabalik sayısına ulasamayacağı dusuncesiyle endiselendik. Neyseki hinca hinc olmasa da konser saati yaklastikca hatiri sayilir sayidaki dinleyici arenayi doldurdu.
Gençler ağırlıkta olsa da bizim (80 gençliği) generasyondakilerin sayisi hic de azimsanacak gibi degildi. Bu rahatlaticiydi doğrusu.
Bir sure sound checkleri dinledik. Saat 21.00’i gösterirken havayla birlikte sahne isiklari da karardi. Once bir ugultu, ardindan alkislar yükseldi. Kalabaligin judas priest diye bagirmasiyla baslayan tezahurat, Nostradamus’un introsu ile doruğa cıktı. Ve karsinizda Judas Priest.

Metalin Tanrıları Turkiye'deki ilk konserini son albümleri Nostradamus'un açılışındaki Dawn of creation-Prophecy ile yaptı.
Grup parçanın girişini çalarken, Rob Halford gumus rengı kapşonlu kostum ve asası ıle sahneye heybetli bir giriş yaptı. Yılların sesi neredeyse eskisi kadar güçlüydü. Ancak ilk parcadan itibaren Halford’un fiziksel olarak-umarız ciddi değildir-sorunlu bir dönemden geçtigini gözledik.

İngiliz beşli ilk yeni parçadan sonra grubun agır toplarını tek tek seslendirmeye başladı. Heavy metalin en büyük isimleri arasında yer alan Judas, sahnede bu kez her zamanki kadar kareografik bir şov sergilemese de, Hill dahil Tipton ıle Downing'in enerjisi göz ve kulak doldurdu.

Ancak İstanbul için seçilen setlist dogrusu biraz beni şaşırttı.
Eat me alive, Between the hammer and anvil, Devil’s child ve Angel’ın yerine Beyond the realms of death, Victim of changes, Sentinel, Ripper, Diamonds and Rust gibi Judas’ı judas yapan parçaları dinlemeyi tercih ederdim.
Benim konserin açılış parçası olarak bekledigim Nostadamus'u bırakın, albümün ilk liste parçası War'un bile listeye alınmaması ilginçti. Bütün bunlar konserin 110 dakika sürdügü göz önüne alındığında, kısa kesildiği düşüncesi oluşturdu bizde.

Breaking the law, Hellion-Electric eye ve Painkiller en fazla reaksiyonu alan parçalar oldu.
Pek çogu gibi ben de bu şarkılarda cep telefonuna davranıp birkaç eski dostu arayarak parçaları dinlettim.
Konserde kişisel olarak beni en çok memnun eden parça ise Rock hard ride free oldu. Her zaman Tiptonculardan biri olarak, Tipton'un gerek bu parçada gerekse geneldeki performansı gecenin en iyisi unvanını hak etti. Downing'in Sinner da yaptığı tek kişilik şovu da gözlerden kaçmadı.

Turk rock konser seyircisini her zaman Japon seyircilere benzetmişimdir. Ya parçanın başında ya sonunda ya da solistin birlikte soyleme daveti üzerine coşar, sonra yine durgunlaşır. Belli parçalar hariç baştan sona gruba coskuyla eşlik edilmez. Yine de Judas bu konuda biraz daha şanslıydı. Grubun seyirciden memnuniyeti özellikle Halford ve Tipton’un yüzünden okunuyordu.
Judas bu kez sahne duzeni olarak daha mutevazi bir seçim yapmıştı. Halford’u bir kaç parçada aşagı yukarı taşıyan asansörün dışında, çalınan parçanın ait olduğu albümlerin kapakları gruba arka planında eşlik etti.

Halford’un ilk bisle birlikte artık klasikleşmiş olan ve konserin sonunun yaklaştığı haberini veren Harley ile sahneye girip Hell bent for leather’ı söylemesi tarihe tanıklık etmek gibiydi. Halford bir de Türk bayrağını çıkarıp, üç kez öpünce Kuruçeşme Arena çılgına döndü.
Konser, yine klasik sıra bozulmadan Green Manalishi ve Halford’un seyirciye söylettiği You've got another thing coming ile son buldu.

Biryerlerde patlayan havafişeklerin altında sahnede parlayan Judas, 1970'de çıktıkları yolculugun hakkını fazlasıyla Turk seyircisine verdi.
Judas Priest’i İstanbul’da izlemenin keyfini yirmi yıl kadar gecikmeli de olsa tatmak her rock muzigi takipcisinin hayali olsa gerek.

O aksam boğazın suları metalin tanrılarını dinledi.

Setlist.
Dawn of creation-Prophecy, Metal gods, Eat me alive, Between the hammer and the anvil, Devil's child, Breaking the law, Hell patrol, Death, Angel, Hellion-Electric eye, Rock hard ride free, Sinner, Painkiller,Hell bent for leather,Green Manalishi, You've got another thing coming.
Grup yenilediği setlistte, Rocca Rolla, Stained Class, Sad wings of destiny, Point of entry, Turbo Lover, Painkiller, Jugalator ve Demolition’dan hiçbir parçaya ver vermemiş.

Setlistin albümlere göre sıralaması:
Sin after sin'den Sinner, Hell bent for leather'dan Green manalishi ve albümle aynı adı taşıyan parça, British steel'den Metal Gods ve Breaking the law, Screaming for vangeans'dan You ve got another thing coming ve Devils child, Defenders of the faith'den Rock hard ride free ve Eat me alive, Painkiller’dan Painkiller ve Hell patrol, Angel of retribution'dan Angel ve Nostradamus'dan Dawn of creation-Prophecy ve Death.

Judas Priest: Rob Halford, Glen Tipton, K.K. Downing, Ian Hill ve Scott Travis.

Konu Başlıkları