30 Eylül 2010 Perşembe

Devil...

Geçmişin günahları bir gün sizi de yakalar...

Senaryasonu M. Night Shyamalan'ın yaptığı film, daha çok Alacakaranlık Kuşağı bölümlerinden birini andıran, çıkış noktası ilginç olsa da, gerisi gelmeyen bir seyirlik...


Klostrofobik bir ortamda geçen hikaye, bir asansörde mahsur kalan beş yabancının anlaşılamayan ölümler karşısındaki tepkileri ve hayatta kalma mücadelelerini anlatıyor... Aralarında şeytanın bulunduğunu bilmeden...

Hikayesi heyecan verici olsa da temposu ve kurgusuyla gerilimi tırmandıramayan, oyunculuğuyla ortalama olan ''Devil'', sıradan bir film...

Robert Plant...

Bir önceki albümü, bol ödüllü ''Raising Sand'' ile çizgisini biraz değiştiren Robert Plant, yeni albümü ''Band of Joy'' ile kaldığı yerden devam ediyor...

Yeni grubu ile aynı adı taşıyan albümde Plant, yine rock tarihinin köklerine giderek rock'n'roll ve blues ağırlıklı çalışmalara yer vermiş... Yeni bir sound ile...


''Band of Joy'' Plant'ın dokuzuncu solo albümü... Rock dünyasının kuşkusuz en iyi grubu olan Led Zeppelin'in vokalisti Plant, yeni albümüyle iddiasız ama iyi bir çalışmaya imza atmış... Albümde Zeppelin esintileri aramak ise boşuna...

Baştan sona dinleyebileceğiniz albüm, Plant'ın yeni sounduna alışmak için iyi bir fırsat...

29 Eylül 2010 Çarşamba

Resident Evil.Afterlife...

Alice zombilere karşı... Yine...

''Resident Evil. Afterlife''... Alice'in bir virüs sonucu zombiye dönüşen yaratıklarla mücadelesi, serinin yeni bölümünde de devam ediyor...

Hayatta kalmayı başaran bir grup ile biraraya gelen Alice, eski dostlarının da yardımıyla bu defa güvenli bölgeye ulaşabilmek için savaş verir...


Uçağın çatıya inmesi, çatıdan atlama ve dev zombiyle dövüş sahneleriyle renklenen film, buna rağmen ilki hariç diğer bölümlerinden farklı değil...
Tahmin edilebilir senaryoda pek de bir yenilik yok...

Milla Jojovich'in yeni projelerde yer almasının zamanıdır...

19 Eylül 2010 Pazar

The Other Guys...

"The Other Guys", bir toplumdaki popüler olanların gölgesinde kalan "diğerleriyle" ilgili bir komedi...

Marc Wahlberg ve Will Ferrell'in oynadığı film, bölümlerindeki iki parlak polisten boşalan ( spoiler vermeyeyim) yeri doldurarak saygınlık kazanmak hedefiyle zorlu bir görevi araştırmaya başlayan biri silik diğeri gergin iki göz ardı edilmiş polisin hikayesini anlatıyor...


Samuel L Jackson gibi ünlü isimlerin de konuk olarak yer aldığı film, mizah ve aksiyonu birleştiren senaryosuyla ortalama bir polisiye komedi..

The American...

''The American'', George Clooney'in en iyi filmlerinden biri...

Kiralık bir katilin yalnız dünyasına göz atan film, kurgusu, senaryosu ve sergilenen performanslarla seyirciyi fazlasıyla memnun ediyor...

Hikaye, yeni bir iş için İtalya'ya giden kiralık bir katilin, yeni görevine hazırlanırken, burada karşılaştığı rahip ya da hayat kadını olsun, yerli halk ile kurduğu ilişki ve bunun hayatında yarattığı farklılık üzerine kurulu...


Bu arada, kendi hayatı için de devamlı tetikte olmak zorunda olan katilin bu güç yaşamı, hayat kadını ile yaşadığı aşk ile az da olsa normalleşir...

Ritmi düşük olsa da, görselliğinin yanı sıra anlatımıyla da etkili olan ''The American'', yılın en iyi low profile filmlerinden...

18 Eylül 2010 Cumartesi

Rixos, İstanbul,U2... tatilin özeti...

Gecikmiş de olsa yaz tatiline ilişkin birşeyler yazmak istedim... Zaman geçince esprisi olmuyor ama...

Bir önceki tatil yazısında Antalya'ya gelmiştik... Aile ile geçen bir günün ardından, ertesi sabah bir hafta kalacağımız Tekirova Rixos'a hareket ettik... Bir saat süren yolculuktan sonra, otelimizdeydik...

Herşey dahil anlayışına pek itibar etmesem de, Rixos bu düşüncemi yumuşatmadı desem, doğru olmaz...

Otelde yerli turist neredeyse hiç yoktu... Ruslarsa her yerde... Alt yapı olarak oldukça donanımlı bir yer Rixos... Havuzuna Ada ile bayıldık... Neredeyse tüm gün içindeydik... Sibel ise bir iki kez sahili denedi ama kumsal ve deniz kum olmadığından pek memnun kalmadı...


Akşamları ise çouklar ve yetişkinler için ayrı ayrı eğlenceler vardı... Ama otel animatörlerinin sıkıcı gösterilerinden sanmayın... Luna park ise akşamları için ayrı bir can kurtaran oldu... Resim atelyesi ve mini club ise çocuklar için ideal...hoş Ada kendini çocuk grubuna sokmadığından mini club'a ısrarlarımıza rağmen katılmadı...

Yemeklerse oldukça lezzetliydi...

Sonuçta, dinlendik... Çocuklu aileler için tavsiye ediyorum...

Otelden sonra bir hafta da aile ile Antalya'da kaldık...

Ankara'ya dönüp Sibel'i işe bıraktıktan sonra, Ada ile İstanbul'a geçtik... Ada ile otobüs yolculuğuna bayılıyorum... O film izledi, ben müzik dinledim... Bolu'da yemek yedik... Sonra İstanbul, ablamlar...

Şansımıza hava Eylül başıyla birlikte soğudu... Sibel haftasonu geldi...

Bir yıl öncesinden Murat'ın biletlerini aldığı U2 konseri için hazırdık... Pazartesi günü öğlen Sibel ile attık kendimizi yollara... Kadıköy'den vapurla Beşiktaş'a, oradan Ortaköy'e gittik... Gezinip biraz, Beyoğlu'na yola koyulduk... Konser için taksi dolmuşlardan birine bindik... İki buçuk saatte stadyuma varabildik... Yol korkunçtu, arkamızdan Ankara'dan eğlenceli bir grup olmasına rağmen... Stadyuma vardığımızda alt grup son bir iki şarkısını söylüyordu... Murat'larla buluşup, bira alana kadar, grup sahneden inmişti... Umurumda mı... hayır.... Beklemeye başladık... Sonunda grup üyelerinin sahneye gelişlerinin dev ekranlarda görünmesiyle, heyecanımız arttı... Bir yıllık bir süreç ne de çabuk geçmişti...

U2'ya bayılmam... grubun seksenler ve doksanların başındaki albümlerini severim... Grubu o yıllarda izleyebilseydim, hislerim çok daha farklı olurdu diye düşünüyorum...

Konser başarılıydı... Beklenen parçalarını seslendiren grup, performansı ve sahne şovlarıyla bizden olumlu puan aldı...

Yine de daha az politik bir gösteri olsaydı, daha iyi olurdu gibi geliyor... Livaneli'nin sahne almasına ise hiç girmeyeceğim...kötü ve manasızdı...

Sonuçta gördüğüm en iyi konser değidi ama, U2'yu izlediğim için memnunum...

Konser dönüşü ise ayrı bir olaydı...

Ertesi gün ise İstanbul'daki en keyifli gündü diyebilirim... Sibel'in Sultan Ahmet'te çekimi olduğundan, hepbaraber gün boyu meydandaydık... Sibel önden gitti, ben, Ada ve ablam ile sonradan... Hava da iyi olunca, eğlenceli bir gün geçirdik...

Snrasında tekkeye geri dönüş...

11 Eylül 2010 Cumartesi

Piranha...

"Piranha", kesinlikle yılın en berbat filmi...

Bir yer sarsıntısı sonucu ortaya çıkan yarıktan dünyamıza giren tarih öncesinden kalma katil balıklar, bahar tatilinin yapıldığı bir beldede sorumsuz gençlere unutamayacakları bir gün geçirtir...

Soft pornonun, vahşet görüntüleriyle birleştiği filmi izlerken, bu zamanda böyle bir film yapmış olmalarına inanamıyorsunuz... Richard Dreyfuss, Elizabeth Shue ve Christopher Lloyd'un bu filmde ne aradıklarını anlamak zor...


Ama gel gör ki, Başak, Ümit ve Okan ile yapacak birşey bulamayıp, eğleniriz düşüncesiyle sinemada izlediğimiz film, klişelerle dolu ve zaman zaman insana yok artık dedirtecek derecede gülünç senaryosuyla bizi eğlendirmeyi başardı... Aslında gülme krizine girip, kendi kendimizi eğlendirdik... Film o kadar kötüydü ki, dalga geçip, gülmekten başka seçenek bırakmıyordu insana...

9 Eylül 2010 Perşembe

Machete...

''Machete'', Robert Rodriguez filmlerinin tüm unsurlarının barındıran, dolayısıyla yönetmenin hayranlarını mutlu edecek bir film... Yalnız bir tehlike var ki, Rodriguez'in klasik formülü artık eskisi kadar tat vermiyor...

Rodriguez'in, Ethan Maniquiz ile birlikte kotardıkları film, Meksikalı eski bir federal ajanın, kaçak olarak yaşadığı Texas'da işvereni tarafından oyuna getirilmesi sonrasında aldığı intikamı konu alıyor... Olabildiğince vahşi ve Rodrigues tarzı...


Kaçak göçmen sorunu alt metin olarak kullanan yönetmen, siyaset ve iş dünyasının kirli yüzünü de dahil ettiği senaryoda, Meksikalı bir kahraman yaratıyor...

Danny Trejo'nun Machete karakterini oynadığı filmde, şaşırtıci bir kadro var... Robert De Niro, Steven Seagal, Jessica Alba, Don Johnson, Jeff Fahey, Michelle Rodriguez ve Lindsay Lohan...

Rodriguez'in çizgi roman tarzı tekniğini bir süre bırakarak, yeni bir yöntem denemesinde fayda var...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

The Expendables...

''The Expendables'', posterde de belirtiği üzere, sinema dünyasında eşine az rastlanır cinsten bir castı buluşturmayı başarabilen aksiyon, macera türü bir film...

Silvester Stallone'nin yazıp, yönettiği ve oynadığı film, aksiyon türünün en önemli isimlerini bir araya getiriyor... ve film, sadece bu özelliğinden bile seyircinin ilgisini çekmeyi başarıyor...


Bazı büyük isimlerin konuk oyuncu olarak katıldığı, bazılarının ise küçük rollerde Sly'a eşlik ettiği film, paralı askerlerden oluşan bir grubun, Güney Afrika'da bir diktatör ile girdiği savaşı konu ediyor... İşin içine geride bırakılan bir kadın da girince, hikaye her biri ayrı yeteneğe sahip bir grup adamın gösterisine dönüşüyor...

Hikayesi ve anlatımıyla çok başarılı olmayan film, Sly'ın yönetimiyle de olumlu bir yerlere gelemiyor... Zengin insan malzemenin akıllıca kullanılamadığı filmden, beklentilerin aksine pek de tatmin olmadan ayrılıyorsunuz...

Adamların ne kadar yaşlandıklarını görmekse, üzücü...

20 Ağustos 2010 Cuma

Salt...

Angelina Jolie'yi yeniden ajan rolünde izlediğimiz '' Salt'', Rusya'da yetişen, daha sonra ABD'ye gelerek, CIA'de görev yapan bir ajanın, vatanseverliğini sınayan bir olayla karşı karşıya kalmasını anlatıyor...

Bir Rus ajanın, ABD'de bulunan Rusya Devlet Başkanının öldürüleceği bilgisini CIA'e vermesi ve başkanı öldürecek kişinin de CIA ajanı Salt olacağını söylemesiyle başlayan hikaye, Salt'ın kimliği ve ülkesine olan sadakatinin sorgulandığı bir kedi fare oyununa dönüşür...


Salt'ın kimliği hakkında film boyunca şüpheyi ayakta tutan hikaye, bir ajan filminde olması gereken aksiyon unsurlarını bolca barındırıyor...

Senaryoda bulunan çok sayıdaki boşluğa rağmen, Jolie'nin kendisi ve yönetmen Phillip Noyce'un aksiyon dozu yüksek tekniği, bu ortalama filmi izlenebilir bir popcorn türü yapmayı başarıyor... Ama yeni bir ''Wanted'' beklentisi içine girmek yanlış olur...

Hiyakenin finali, ''Salt''ın yeni bölümlerinin de çekileceğinin işaretini veriyor...

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Iron Maiden...

''The Final Frontier'', Iron Maiden'in 15. stüdyo albümü...

Grubu başından beri çok sevmeme rağmen, yeni albümleri tam bir hayal kırıklığı yarattı bende... Olumsuz birşeyler yazmak beni üzse de, diplomatik bir dille ifade edecek olursam... Grubun en beğendiğim albümleri arasında yer alamayacak bir çalışma diye toparlayabilirim...

Esasında Iron Maiden'ın ilk yedi albümü dışında, bir bütün olarak severek dinlediğim başka bir albümü yok... Bunda grup elemanlarındaki değişimlerin payı büyük... Yine de son olarak Adrian Smith ile Bruce Dickinson'ın Iron Maiden'a dönmeleriyle beklenen, grubun eski tarzında süper bir albüm hala gelmedi... Janic Gers'i ise hiç sevemedim... Gruba yakıştıramadım... Neden hala ondan kurtulmadıklarını da bilmiyorum...


Gelelim albüme... ''Satallite 15'' için, grubun en sıra dışı ve olmamış dedirten açılış parçası desek, yanlış olmaz... Ardından devam eden 'The Final Frontier' da açılışı kurtaramıyor... Neyse ki, Steve Harris'in güven veren bas ritimlerini duyduğumuz ''El Dorado'' başlayınca, rahatlıyorum... Ne yazık ki devamı gelmiyor... Albümüm gerisinde yer alan parçalar arasında, ''Isla of Avalon ve ''Starblind'' öne çıkıyor...

''The Final Frontier'', klasik bir Maiden albümü değil... Parçaların hepsi çok uzun ve ilk dinleyişte sevebilmek genele bakarsak mümkün değil... Grubun bilinen soundu dışında parçaların yer aldığı albümde, herkesin beraber söyleyeceği Maiden imzası taşıyan çalışma yok...

Seksenlerde bizleri her yaptıkları albümle mutlu eden, son dört albümde gitarist sayısını üçe çırararak, avantajlı duruma gelmesi gereken Maiden'ın nesi var, anlamıyorum...

Buna rağmen, ''The Final Frontier'', hepimizin arşivinde olacak ama çok sık dinlemeyeceğimiz, çok sevdiğimiz bir grubun bir albümü olarak kalacak....



17 Ağustos 2010 Salı

Tatil...

Bu yıl yaz tatilini ağustos ayının ortasına bıraktığımız için bir yandan gerginlik, diğer yandan heyecan.... karmaşık duygular içindeyiz...

Ada günler öncesinden hepimiz için bavulları hazırlamaya başladı.... Küçük çaplı bir taşınma sanki... Herbişey valizlerde... Yanıma her zaman bir kaç parça kıyafet aldığımdan, benim işim kolay.... Ana kız işin içinden çıkmakta zorlanıyor... Ya da zorlanmıyor, zira herşeylerini yanlarına almak istiyorlar…

Akşam geç olmadan yatıyorum. Sabah erken yola çıkacağız... Ne de olsa onlar arka koltukta uyuyacaklarından, ben bari biraz dinleneyim...


Sabah gözümü açtığımda Sibel, Ada'nın kafasına göre hazırladıklarını düzenliyordu... İş bittiğinde, kapının önü görülmeğe değerdi...

İki büyük valiz, kızın çek çeki, deniz çantası, kızın dvd playeri ve otuz kadar filmin olduğu çanta, oyuncak çantası, ayakkabı çantası, yiyecek çantası, iki laptop ve yastık ile pike...

Çantaları arabaya yerleştirmek için bir kaç sefer yapıyorum... Bu arada kız uyanıyor... Gitmek için hazırız...

Benzin aldıktan sonra, Antalya'ya doğru yola çıkıyoruz...

Sibel ve Ada her zaman olduğu gibi kısa zaman sonra uykuya dalıyor... Uzun yol sürücüsü için yanında muavin görevi yapan, müzikleri değiştiren, ağzının boş kalmamasını sağlayan ya da sohbet eden birinin olmaması gerçekten hoş değil... Neyse ki, Afyon'a kadar olan yolu seviyorum...

Afyon'da konakladığımız tek adrese, İkbal'e gidiyoruz... Sucuk ve kaymaklı ekmek kadayıfı yedikten sonra, birşeyler bulabiliriz umuduyla mağazalara dalıyoruz... Sibel bir şort beğeniyor... Fiyatını öğrenince, morali bozuluyor... Mağazalardan hızla uzaklaşıyoruz...

Çok sıcak... İkbal'de insanlar serinlesin diye ince plastik borulardan su püskürtüyorlar... Bir aile, kedilerini havaya kaldırmış, su damlacıklarıyla kediyi serinletmeye çalışıyor... Bizim kedimiz yok ama Ada var... Ben de kızımı kaldırıp, su ile serinlemesini sağlıyorum... Bir daha... Bir daha... İş uzayınca küsüyoruz birbirimize...

Yolun ikinci kısmına başlıyoruz... Sıkıcı olanına...

Bu defa yolda bize Tarkan, Sertab ve Işın eşlik ediyor... Şarkılara bazen yüksek sesle ve abartılı bir tonla katılıyorum... Arkadakiler değil ama ben eğleniyorum...

Ve radarlar... Dört, beş tane görüyoruz... Radarı fark eder etmez, insanın hemen hız kesmesi ve polis aracının önünden geçerken suratına salak bir sırıtma kondurması tuhaf… Ben kötü birşey yapmadım der gibi...

Geneşde klimayı açmam… ama sıcak dayanılacak gibi değil… İki seviyesinde açıyorum… sonunu bile bile…

Ve Antalya’dayız… Lara’ya. ablamlara giderken her seferinde önce bir kaybolurum…bu kez de farklı olmadı…

Neyse kısa sürede doğru yolu bulup, eve varıyoruz… Asansörden çıkınca…süprizzzzzzzzzz… babamlar da orada… Bir hafta sonra d,ğer ablam da geşecek…yine bir aile birleşmesi yapacağız… Yaş ileriedikçe böyle şeylerin kıymeti daha bir başka oluyor…

Necoların evinin en keyifli yanları, bir, falezlerin üstünde, onuncu kattan seyretmekten bıkmayacağınız deniz manzarası, iki, dur durak bilmeden yemek… Evde en çok duyulan cümle de doğal olarak, şimdi ne yiyoruz… Bu durumda, tatilde zayıflarım hayalleri olanların ümitleri suya düşüyor ister istemez…

Biraz sohbetin ardından, kestireyim diyorum… Her yer klima… Dalıyorum uykuya… Donarak uyanıyorum… Arabada başlayan klima çarpması denen şey, evde artarak sürüyor ve hastalanıyorum… Boğaz şişmesi, mide bozulması (bu belki de yemektendir) ve kırgınlık… Tatilimizin ilk gününde olacak iş mi…

Esas tatilimizi yapmak üzere aile saadetine bir hafta ara vereceğiz… Yarın öğlen yeniden yola koyulup, Tekirova’ya geçeceğiz… Geçen yıl butik otel formatının fos çıkmasından sonra, bu kez birinci sınıf bir tatil köyü seçeneği bakalım nasıl olacak… Merakla bekliyorum...

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Inception...

Christopher Nolan'ın "Inception"u çok iyi bir film olmuş... Neredeyse...

Senaryosunu da yazdığı filminde Nolan, seyircisini bu kez aklın karanlık köşelerinde gerilimi yüksek bir yolculuğa çıkarıyor...

Uyku sırasında bilinç altına girip gizli bilgileri çalan Cobb, bu defa çalmak yerine müşterisine hizmet edecek bilgileri yerleştirmek üzere kiralanır... Cobb, bu tehlikeli görevi, yıllar önce bırakmak zorunda kaldığı çocuklarını görebilmek için kabul eder... Ekibiyle birlikte aklın derinliklerine çıkacağı bu fantastik serüvende Cobb'a, ölen eşinin intikam dolu yansıması eşlik eder...


Psikolojik, gerilim türündeki filmin hikayesi, dramatik kurgusuyla da övgüye değer... Filmin sonlarına doğru olan kurgu ise sinema tarihine geçecek türden...

Leonardo Di Caprio'nun iyi bir cast ile sürüklediği film, hayal gücünün sınırlarını zorluyor...

Filmin tek beğenmediğim yanı ise Ellen Page oldu...



25 Temmuz 2010 Pazar

Ghost Writer...

Roman Polanski'nin "Ghost Writer"ı, uzun zamandır izlediğim en iyi filmlerden biri...

Polanski filmlerini genelde pek sevmesem de, ilgisiz kalmanın mümkün olmadığını biliyorum... "Chinatown" ve "Rosemary's baby" en sevdiklerim... Şimdi bu listeye "Ghost Writer" da eklendi...

Politik, gerilim türündeki film, eski bir siyasetçinin anılarını yazmak üzere tutulan bir yazarın başından geçenleri anlatıyor... Bir önceki yazarın esrarengiz ölümü üzerine işe alınan yeni hayalet yazar, bir ayda tamamlaması gereken görevi için ünlü siyasetçi ile çalışmaya başlar... Bu sırada eski siyasetçi için ortaya çıkarılan savaş suçlusu iddiaları, süreci tamamen etkiler... Yazar bir anda kendini görünenin dışında, başbaşka bir hikaye içinde bulur...


Sağlam senaryosu, iyi oyunculukları ve süpriz sayılabilecek sonuyla film, klasik anlatımı ve yavaş ancak asla sıkmayan temposuyla, başından sonuna kadar ilgiyi yüksek tutmayı başarıyor...

Ewan McGregor ve Pierce Brosnan'ın önderliğindeki castın da etkisiyle "Ghost Writer", türün hayranları kadar, genel sinema seyircisi için de kaçırılmaması gereken bir film...






22 Temmuz 2010 Perşembe

The Sorcerer's Apprentice...

"The Sorcerer's Apprentice", National Treasure ile iyi bir ekip olduklarını kanıtlayan yönetmen Jon Turteltaub ile Nicholas Cage'in birlikte çektikleri yeni film...

Filmin, National Treasure kadar eğlenceli olduğunu söylemek isterdim, ama mümkün değil... Bir kere, kesinlikle Cage filmi beklentisi içinde olanlar, hayal kırıklığına uğrar...


The Sorcerer's Apprentice, aile filmi ile gençlik türü arasında kalan, bu nedenle hikayesi heyecanlı olmayı başaramayan, süprizsiz, sıradan bir macera filmi...

Film, büyücü Baltazar'ın dünyayı kötülükten koruyacak seçilmiş kişiyi ,uzun yıllar boyu araması ve günümüzde bulması ile başlıyor... Hikaye bundan sonra, Baltazar ve en güçlü büyücü olmaya aday Dave'in, dünyayı yok etmeye çalışan kötü büyücülerle mücadelesini anlatıyor...

Klasik macera filmi formülünü iyi kullanamayan yönetmen, mizah yönü zayıf, durağan giden ve büyücülerin olması gereken etkileyeci dünyasını fazla göstermeyen kurgusuyla, bu kez başarılı olamıyor...





Rock klasikleri 39...

Uriah Heep / Demonds and Wizards (1972)


The wizard
Traveller in time
Easy livin'
Poet's justice
Circle of hands
Rainbow demon
All my life
Paradise
The spell






Uriah Heep:

David Byron vokal
Ken Hensley gitar, keyboard
Mick Box gitar
Gary Thain bas
Lee Kersklake davul




16 Temmuz 2010 Cuma

Predators...

"Predators", uzaylı savaşçıların yeni macerası...

Robert Rodrigues'in yapımcısı olduğu, Nimrod Antal'ın yönettiği film, Aliens ile birlikte çekilen iki sıradan filmin seriye verdiği hasarı, ilk film kadar iyi olmasa da, gidermeyi başarıyor...


Bir grup seçkin insanın, av olarak bırakıldıkları bir mekanda uzaylı yaratıklara karşı hayatta kalma mücadelesini anlatan "Predators", pek fazla yeni unsur taşımasa da, sırları ve süprizleriyle ortalama bir bilim kurgu- gerilim filmi...

Adrien Brody'in liderliğini yaptığı castta, Laurance Fishburne de küçük bir rolde yer alıyor...



14 Temmuz 2010 Çarşamba

The Last Airbender...

M. Night Shyamalan, ilk ve tek iyi filmiyle kazandığı ünü, art arda çektiği başarısız filmlerle harcamayı sürdürüyor...

"The Last Airbander", dört elementin efendisi olan Avatarların sonuncusunun hikayesini aktarıyor...

Uzun yıllar önce Avatar eğitimini yarıda bırakıp, ortadan kaybolan Aang'ın yeryüzüne çıkmasıyla başlayan hikaye, küçük çocuğun son Avatar olmanın verdiği sorumluluğun bilinciyle eğitimine kaldığı yerden devam etmesini ve
hava, su, toprak ve ateş toplumları arasında denge kurmasını anlatıyor...


Shyamalan'ın genelde olduğu gibi yine özensiz bir senaryo ile çekmeye çalıştığı film, bu yıl gördüğüm belki de en kötü seyirlik... Oyunculuktan, efektlere bir bütün olarak ucuz ve acemi görünen film, hikaye anlatımıyla da tatmin edemiyor...



13 Temmuz 2010 Salı

Toy Story 3...

Eski dostları görmek güzel...

Türünün en iyilerinden olan "Toy Story", serinin üçüncü bölümüyle yine kalpleri ısıtıyor...

İlk yarısı ilk iki filmi aratır gibi olsa da, daha sonra fazlasıyla toparlanmayı başaran hikaye, Woddy, Buzz ve çetenin yeni macerasını yine sıcak bir anlatımla seyirciye taşıyor...


Andy bu kez genç bir delikanlıdır... Üniversiteye gitmek için hazırlık yapmaktadır... Woody'i yanına almak üzere ayıran Andy, onun için çok kıymetli olan diğer oyuncuklarını da tavanarasına kaldırmak üzere bir torbaya koyar... Ancak torba çöp torbası olunca, bizim çetenin bir kreşte başlayıp, çöplükte devam eden renkli hikayesi başlar...

Önce, sahibihe kızgın otoriter bir ayıcığın yönettiği kreşten kaçmak için mücadele eden çete, daha sonra hayatta kalabilmek için çöp makineleriyle uğraşır... Ancak, dostluğun gücü bu filmde de çeteyi bir arada tutan en güçlü unsurdur...

Yeni karakterlerle tanıştığımız filmin yıldızı hiç kuşkusuz Buzz... Buzz'ın İspanyol moduna geçtiği bölümler, filmin en keyifli anları...

Hikaye olarak ise, üçüncü bölüm serinin en duygusal olanı... Çocuklardan çok yetişkinlere hitap ediyor, filmin sonlanış biçimi... Kızım ile gittiğim bu "çocuk filminde", geçmişte arkada bırakılan onca güzel şey akla gelince, gözlerinizin dolmasına engel olamıyorsunuz...

Film bitti diye hemen kalkmayın... Buzz ile Jessy'nin dansını kaçırabilirsiniz...

Yazın en iyi filmlerinden...



11 Temmuz 2010 Pazar

Eclipse...

Pazar günü can sıkıntısından izlemeye karar verdiğim, ancak izleyince canımın daha da sıkıldığı serinin üçüncü filmi, "Eclipse"...

Diğer ikisinde olduğu gibi, hiçbir beklentiye girmeden ekran başına oturduğum ve kısa süre sonra bitmesini beklediğim bu gençlik furyası film, korku türünün en temel iki unsurunu bir arada bulundurmasına rağmen, nasıl oluyor da bu kadar duragan ve sıkıcı olabiliyor, anlamak mümkün değil...

Senaryo yine kötü... Oyunculuklar deseniz, öyle...

Bir şekilde oyunculara karşı hayranlık duymuyorsanız, böyle bir filme tahammül edebilmeniz olanaksız...

Bella'nın vampiri mi yoksa kurt adamı mı seçeneğini merak etmiyorsanız, filmi es geçin...



Konu Başlıkları