10 Ekim 2009 Cumartesi

Unutulmaz sahneler 3... Cabaret...

Cabaret... Politika ile sahne dünyasını birleştirmeyi başarabilen nadir müzikal filmlerden biri... Liza Minelli, Micheal York, Helmut Griem ve Joel Grey'in usta oyunculuklarıyla parlayan 1972 yapımı film, Bob Fosse imzası taşıyor...

1930'ların Almanya'sında Nazilerin yükselmekte olduğu bir dönemde geçen film, bir kabere şarkıcısı, İngiliz bir öğretmen ve Alman bir baron arasındaki üçlü ilişkiyi, politik bir arka planda anlatıyor...

Kabere aslında, dönemin siyasi ve günlük yaşamının küçük bir kopyasıdır... Christopher Isherwood'ın yarı otobiyoğrafik ''Goodbye to Berlin'' adlı hikayesinden esinlenen Cabaret, Bohem yaşam tarzı, Nazi Almanyası ve cinsellik gibi konulara bakış açısıyla, sinema tarihinin unutulmazları arasında yerini alıyor...

Cabaret, Fosse, Minelli ve Grey'e de birer Oscar getiriyor...

İşte Minelli ve Grey'in müthiş performanslarıyla, filmin imza şarkılarından biri... Money...








9 Ekim 2009 Cuma

İki film birden...

Korku-komedi sinemasından art arda izlediğim iki film...''Zombieland'' ve ''Doghouse''...













Ruben Fleischer imzalı ''Zombieland'', bir salgın nedeniyle zombilerin kol gezdiği bir yer halini alan dünyada, virüsten bir şekilde etkilenmeyen bir grup insanın hayatta kalma mücadelesini anlatıyor... Konu çok bildik olsa da, senaryo, kurgu ve yönetmenin yeteneğiyle Zombieland, cult filmleri arasında yerini alacağa benziyor...

Film, zombilerle nasıl başedilebileceğine yönelik madde madde anlatılan ve sonrasında bir örnekle gösterilen ''zombilere karşı kullanım klavuzu'' misali süper bir açılışla başlıyor... Hayatta kalma mücadelesi veren dört karakterin yollarının kesişmesi, zombiler ve kahramanlarımızın kendi aralarındaki çekişmeleri hikayenin temelini oluşturuyor...

Eğlenceli diyalogları ve karakterleriyle türünün iyi örneklerinden olan Zombieland'da, Bill Murray'in kendini oynadığı ve göz doldurduğu kısa bölüm ise filmin bir başka unutulmaz anı...

Jesse Eisenberg, Woody Harrelson, Emma Stone ve Abigail Breslin'in başrolünü paylaştığı filmin temposu zaman zaman düşse de, mizah yönü yüksek olan Zombieland, kesinlikle yılın en eğlenceli filmlerinden biri...

''Doghouse''e gelince... Öncelikle İngiliz komedisine bayıldığımı bir kez daha söylemek istiyorum... Jake West'in yönettiği film, eğlenceli ve zeki senaryosuyla Zombieland gibi cult filmi olmaya aday... İngiliz oyuncular harika...

Hikaye, bir grup kankinin, boşanan arkadaşlarına destek olmak için çıktıkları yolculukla başlar... Ancak grup, gittikleri kasabada yine bir virüs nedeniyle kadınların erkek düşmanı zombilere dönüştüklerinden habersizdir... Kadın-erkek çatışmasının alt metin olarak verildiği filmde, kahramanlarımızın gözü dönmüş kadın zombilerle mücadelesini izlemek müthiş keyifli... Filmde, Zombieland'daki gibi kanlı sahneler bol olsa da, (bu tür filmlerde nedense çok da rahatsız edici olmuyor), mizah yine ağır basıyor...

Zombieland ve Doghouse, ''Shaun of the Dead'' kadar olmasa da, iyi birer seyirlik...





Zombieland - Trailer
by dreadcentral




Doghouse - Trailer
by dreadcentral

Lynyrd Skynyrd...God and Guns...

Southern Rock'ın efsanevi grubu Lynyrd Skynyrd altı yıllık bir aradan sonra, 12. stüdyo albümleri ''God and Guns'' ile tekrar aramızda...

30 küsür yıl müzik sektörünün içinde, temsil ettiği türün önde gelen gruplarının başında yer almak, her gruba nasip olabilecek türden bir özellik olmasa gerek… Yaşadıkları onca trajediye karşın, pes etmeyip müziklerine devam etmeleri hayranlıktan başka bir duygu uyandıracak cinsten değil... Yaptıkları müzikten taviz vermeyen, bildikleri en iyi şeyi, ''Southern hayatı'' şarkılarında anlatan grup, yeni albümleriyle hayranlarını memnun edeceğe benziyor...

Lynyrd Skynyrd’ın tek orijinal üyesi gitarist Garry Rossington ve grubun diğer elemanları, bu albümde uzun müzik kariyerlerinde kaybettikleri eski üyelerini anmadan geçmiyor... Albümde yer alan ''Still unbroken'', ‘’Storm’’ ve ‘’Gifted hands’’ dostlara adanmış…

Böyle köklü bir grubun albümlerini kritik yapmak her ne kadar zor olsa da, ''God and Guns'' grubun 1987'de yeniden birleşmesinden sonra çıkardıkları en iyi albümlerden biri...


Klasik Lynyrd Skynyrd soundunun hakim olduğu albüm, ilk liste parçası ''Still Unbroken'' ile açılıyor ve gruptan yeni birşeyler dinlemeyi ne kadar özlediğimizi hatırlatıyor... God and Guns, albümden çıkan ikinci liste parçası ''Simple Life'' ile devam ediyor... Liste parçalarının yanı sıra, Rob Zombie'nin geri vokal yaptığı ''Floyd'', ''Unwrite that song'', ''Storm'', ''Gifted Hands'' ve albüme adını veren parça, God and Guns'ın öne çıkan şarkıları...

God and Guns’ı grubun eski klasik albümleriyle karılaştırmak haksızlık olur ama gerçek anlamda Southern Rock dinleme havanızdasanız, albüme kulak vermenizi öneririm…



Johhny Van Zant vokal
Garry Rossington gitar
Rickey Medlocke gitar
Mark Matejka gitar
Robert Keans bas
Micheal Cartellone davul
Peter Pisarczyk keyboard

Rob Zombie’nin gitaristi John 5 de, albüme katkı verenler arasında…




8 Ekim 2009 Perşembe

Lütfen cep telefonlarını kapatınız...

Her kural olmasa da çoğu, hayatımızı kolaylaştırmak üzere kuruludur... Batı'daki gibi, körü körüne kuralcı olunmasını beklemiyorum günlük hayatta, ama bazıları var ki uymamak ancak cahillik ve sorumsuzlukla açıklanabilir...

İşim gereği sık uçak yolculuğu yaptığımdan ve uçarken bazen en kötüsü aklıma geldiğinden (gelmeyen var mıdır), ailede bulunan pilotlardan uçaklar ve olası aksiliklere ilişkin ayrıntılı bilgiye sahibim...

Konu, uçakta cep telefonu kullanımı... Her zaman daha bekleme odasındayken telefonumu kapar, bavulumu almadan açmam... Oysa insanlar bu konuda çok duyarsız... Yapılan uyarılara kulak asmayanlar azımsanmayacak kadar çok...

Geçenlerde İstanbul uçağında önümde oturan genç bir çocuk, birden cep telefonunu çıkardı ve camdan manzarayı çekmeye başladı... Bunu yaparken de hem uçaktakileri gözlüyor hem de montuyla kendini kamufle ediyor... Ne yaptığının farkında yani... Ama ben, pencere aralığından herşeyi rahatca görebiliyorum... Dilimin ucuna geliyor , susuyorum... Yanımda Ada ve Sibel olsa diyorum, çoktan müdehale ederdim ya... (Demek insan kendi güvenliğini çok önemsemiyor diye bir sonuç çıkarıyorum... aslında hiç de öğle değil...) Teknolojiyle de çok alakalı olmadığım için, sadece kayıt yapan bir cins olup olmadığından emin olamıyorum...

Derken uçak alçalmaya başlıyor... Çocuk çekmeye devam ediyor... Bu kez endişeleniyorum... İniş ve kalkışların tehlikeli olduğunu biliyorum... İleride yüzü bana dönük oturan hostese işaret etmek istiyorum... kendimi, elimle telefon işareti yapıp, anlaşılsın diye büyük jestlerle ama sessizce 'Telefon açık'' derken hayal ediyorum... gülünç olacağını düşünüp, vaz geçiyorum... Abartıyorum diyorum kendime... Sonuçta içim içimi yiyip, kendi kendime söylenirken, alana iniyoruz...

Arap ülkelerine yaptığım gezilerde çok rastladığım bu manzarayı ülkemde görmek tuhaf geliyor, ama şaşırtıcı değil... Tam da o sıra cocuk kalkıyor ve yanındakileri Arapça birkaç kelam ediyor... Gizem bir anda çözülüyor...

Suudi Arabistan'da daha beter bir deneyim yaşıyorum... Cidde'den Riyad'a gececeğiz... Uçakta herkesin elinde telefon, kimse susmuyor... Sağa sola bakıyorum, ateş basıyor... Neyse anonslar yapılıyor ve telefonlar kapanıyor... havalanıyoruz... Bu kez iniş sırasında, daha tekerlekler yeni değmiş alana, zır zır telefonlar çalıyor... Dehşet içinde kalıyorum... Uçakta telefon kullanımına ilişkin bilmediğim birşeyler olduğunu düşünüyorum... herkes bu kadar rahat olduğuna göre...

Bu gibi durumlarda telefon kullanan insanlara ne yapılması gerektiğine ilişkin küçük bir dersle devam edelim...

Bu kez nereye uçtuğumuzu hatırlamıyorum... Kalabalık bir gazeteci grubuyuz. Uçak iner inmez telefonuna sarılan bir adamı, o zamanlar Milliyet'de çalışan Barçın, telefonunu açmaması gerektiği yönünde uyarıyor. Adam Türkçe bilmediğine yönelik birşeyler söyleyince, bu kez aynı cümleyi İngilizce sarfediyor. Ardından da ekliyor, Fransızca da biliyorum...

Bu konuya bu kadar özen gösteren ben, geçtiğimiz aylarda Pakistan'dayken ilginç bir deneyim yaşıyorum...

Bakanın özel uçağı ile İslamabad'dan Lahor'a gidiyoruz... sabahın körü, telefonumu açık bırakmışım... Havalandıktan sonra aklıma geliyor ve hemen çaktırmadan kapıyorum... Ancak tesadüf bu ya, uçak inişte arıza yapıyor ve bize Türkiye'den başka bir uçak gönderiliyor... Sessiz kalıyorum... Uçağın başına gelenlerde az da olsa bir sorumluluğum var mı diye düşünmeden edemiyorum... Yok canım, o kadar da değil diyorum...

6 Ekim 2009 Salı

Pandorum...

Hayır...Bu resim Steven Tyler'in yeni solo albümünün kapağı değil... Resident Evil'in yapımcılarının yeni psikolojik-bilim-kurgu filmi, Pandorum'un posteri...

Pandorum'un anlamı, Orbital Dysfunctional Syndrome... Bir yerde çok fazla kalmanın verdiği davranış bozukluğu yani...

Surrogates'den sonra yine bir bilim-kurgu izlemek biraz fazla gelse de, Dennis Quaid ve Ben Foster'i bir araya getiren filmin, Surrogates'den çok daha iyi olduğunu söylemeliyim...

Daha önce hayranlıkla izlediğimiz türünün pek çok örneğinden izler taşıyan Pandorum'u, Alien ile Descent karışımı olarak da özetleyebiliriz...

Dünyanın sonu... yeni bir dünya arayışı... koloni hareketi... derken, hikaye, bir uzay istasyonunda iki mürettabatın dehşet dolu uyanışıyla başlar... Adamlar nerede oldukları ya da görevlerine ilişkin hiçbirşey hatırlamamaktadır... Başlarına ne geldiğini anlamak üzere harekete geçerler... Ancak kısa zamanda yanlız olmadıklarını anlarlar... mürettabat ile yaratıklar arasında amansız bir mücadele başlar... Mürettabatın bazılarında Pandorum'un belirtilerinin baş göstermesi ise kendi aralarında da bölünmeye yol açacaktır...

Klostrofobik bir ortamda geçen ve giderek psikolojik-gerilim türüne yaklaşan hikayenin sonunda seyirciyi bir süpriz bekler...
Film, hikayenin tümüne hakim olan karanlığın aydınlığa dönüşmesiyle son bulur...

Kurgu ve görsel açıdan başarılı olan filmin yönetmen koltuğunda oturan isim Christian Alvart. Filmin başında duyacağınız bir,iki cümle Türkçe ise ilginizi çekmeyi başarıyor...

Sonuç olarak daha iyi olabilirmiş ama, yine de bu türden hoşlananların Pandorum'a ilgisiz kalacaklarını sanmıyorum...






Pandorum trailer
by FilmGeek-TV




5 Ekim 2009 Pazartesi

Surrogates...

Bruce'u severim... Alaycı bakışı, yamuk gülüşü, espri anlayışı... Oyunculuğuyla olmasa da, beyazperdede canlandırdığı genelde sempatik tiplemelerle ün kazanan son Action Hero'lardan biri...

Ne yazık ki Arnold ve Sly'in kaçınılmaz akibetine Bruce da maruz kalacak gibi gözüküyor... 80 ve 90'ların gişe filmlerinin vaz geçilmezi isimleri arasında yer alan Willis, bu kez rol aldığı başarısız yapımlardan biriyle çıkıyor karşımıza... Surrogates...

İnsan ile makina arasında var olan ezeli rekabeti başka bir açıdan anlatan, bir bilim-kurgu filmi...

Jonathan Mostow'un Terminator 3'ün yönetmeni, Micheal Farris'in ise Catwoman'ın senaristi olduğunu hatırlatmam, film hakkında bir fikir edinmenize yardımcı olur sanırım...

Hiçbir yeni fikir ve zeka kırıntısı barındırmayan senaryo, önceden tahmin edilebilir klişelerle dolu... Yönetim anlamında da başarılı sayılamayacak olan Surrogates'i, görsel efekler bile kurtaramıyor...

Barış ve istikrarlı bir dünyada yaşamayı hedefleyen insanlar, günlük yaşamlarından ellerini ayaklarını çekerek, hayatlarını yaşamaları için kopya robotlara emanet ederler...Ancak bir gün bu huzurlu yaşam art arda işlenen cinayetlerle bozulur...

Film bundan sonra Ajan Greer'in birey olarak cinayetleri aydınlatma çabalarıyla devam eder... Gelinen son noktada ise insanoğlu için seçim yapma zamanı gelecektir...

Hayat ne olursa olsun yaşamak içindir...

Sinemadan çıkmadan aklınızdan çıkıveren bir film Surrogates...




Surrogates - Trailer
by KentTVdotcom

4 Ekim 2009 Pazar

Bruges...

Bir haftadır Brüksel'deyim... Daha önce pek çok kez gittiğim Belçika'da, Bruges'ü gezme fırsatı bulamadım bugüne kadar... Arkadaşlarımın tavsiyeleri, ''In Bruges''ü çok sevmemle birleşince, bu kez hep bir sonraki Brüksel seyahatinde giderim diye ertelediğim Bruges ziyaretini yapmaya karar veriyorum...

AB Komisyonu sağolsun... bir seminer için gönderdiği Brüksel daveti, Bruges'ü görmem için aradığım fırsatı oluşturuyor...

Kahvaltı ettikten sonra yatağa geri dönme hissi uyandıran bu kasvetli Avrupa başkentinde dört gün boyu seminerlere katıldıktan sonra, yola çıkmak için harekete geçiyorum...

Sabah erken otelimin yakınındaki tren istasyonundan gidiş-dönüş 25 Euro'ya biletimi alıp, garda beklemeye başlıyorum...

Bu arada, peronda bir kaç kişi beklenen trenin Bruges'e gidip gitmediğini soruyor, ben de daha önce çok kez gitmiş bir edayla onları yanıtlıyorum... İnsanların sormak için beni seçmeleri ilginç... Ya güven veren bir tipim var, ya ne yaptığını biliyor gözüküyorum (bilmiş değil umarım) ya da fazla Belçikalı duruyorum...

İki katlı trenin alt katında, boş bir koltuğa kuruluveriyorum... Müzik dinleyip, etrafı seyrederek zaman geçiriyorum...Bir saatin sonunda durduğumuz istasyonun Bruges olup olmadığına bakarken, birden o levhayı görüyorum...


Tren istasyonundan bir harita alıp, Bruges'ü keşfe başlıyorum... Bruges ile tanışmak heyecanlandırıyor...

Önce ''Our Lady Church''...

























Gezmeye ve resim çekmeye devam ediyorum...


UNESCO'nun Dünya Kültür Mirası Şehirler listesinde yer alan Bruges'da Orta Çağ mimarisine hayran kalmamak mümkün değil..

Market Square... Kentin merkezi... Turistlerin buluşma noktası...


Ve Belfry klisesi.... Tanıdık geliyor mu...


Yol ve gezi acıktırıyor... Patates kızartması ve Coke ile birlikte klisenin altındaki banklarda oturuyor, meydanı ve meydandakileri izliyorum... ''In Bruges'' hakkında bir kaç kişiyle konuşuyorum... Filmden haberdar olmamaları ya da seyretmemiş olmaları hayal kırıklığı yaratıyor... İlgimi tekrardan meydana çeviriyorum, filmden kareleri hatırlayarak...

Bruges, masal kenti gibi... Kanallarla dolu kenti, botla geziyoruz...



Bruges'den manzaralar...













Brug Square... Turist akınına uğrayan bir başka meydan...













Daha çok Bruges....


Gez gez bitmiyor... Düşündüğümden çok daha büyük... Bir torba dolusu Belçika çukulatası elimde, hem yiyor, hem geziyorum... Keyfime diyecek yok...














Tarih ve doğa... Nefes kesiyor...


















Bruges kesinlikle Brüksel'e bakış açımı değiştiriyor...

Yorucu ve keyifli bir turun ardından, bu güzel kenti bırakıp, tekrardan Brüksel'e doğru yola çıkıyorum... Yanımda harika anılarla...

26 Eylül 2009 Cumartesi

8.5'dan 9...

Nine, İtalyanların efsane yönetmeni Federico Fellini'nin otobiyografik filmi 8.5'dan uyarlanan bol ödüllü Broadway müzikalinin beyaz perdeye aktarılmış hali...

Fellini ve hayatındaki kadınların anlatıldığı Nine'ın yönetmeni, daha önce bir başka müzikal olan Chicago ile Memoirs of Geisha'dan tanıdığımız Rob Marshall...

Filmin kadrosu ise oldukça çarpıcı... Daniel Day Lewis, Marion Cotillard, Penelope Cruz, Nicole Kidman, Judi Dench, Kate Hudson, Sophia Loren ve Fergie...

Guido Contini adlı dünya çapında ünlü bir yönetmenin hayatından kesitler sunan hikaye, yönetmenin orta yaş krizi ve ilişkilerini anlatıyor... Müzikalin müzikleri ise Maury Yeston imzası taşıyor...

Ödül sezonundan önce görmeği umuyoruz...







25 Eylül 2009 Cuma

Rock klasikleri 1...

LED ZEPPELIN- I (1969)


Good times, bad times
Babe, I'm gonna leave you
You shook me
Dazed and confused
Your time is gonna come
Black mountain side
Communication breakdown
I can't quit you baby
How many more times


Rock dünyasının en iyi gruplarından biri... eğer en iyisi değilse...

Robert Plant.......... Vokal
Jimmy Page............Gitar
John Paul Jones.....Bas
John Bonham.........Davul





24 Eylül 2009 Perşembe

U2....sonunda...

U2'nun gelecek yıl "360 degrees" turu kapsamında İstanbul'da bir konser vereceği grubun internet sitesinde yayımlandı.

"Hep bir gün" diye beklenen o tarihin kesinleşmesini "Yehaaaaaa" nidalarıyla kutluyoruz...

Hoş son birkaç albümlerini eskileri kadar dinlemesem de, Joshua Tree, Rattle and Hum, Achtung Baby (favorim...Ahh Amerika yılları), Zoorapa ve Pop yeter de artar bana...

6 Eylül 2010'da İstanbul- Atatürk Stadyumunda buluşmak üzere...









23 Eylül 2009 Çarşamba

Lars Von Trier-Antichrist...

Uh!!! Hakında yazması zor bir film daha... Lars Von Trier'in son filmi Antichrist...

''Breaking the waves''i izlediğimden beri yönetmenin her yeni filmi öncesinde nedense biraz gergin oluyorum… Haneke kadar olmasa da, seyirciyi rahatsız etmede oldukça başarılı bir isim Lars Von Trier…

Filmi seyredince, Cannes'de kopan gürültünün neden kaynaklandığı anlaşılıyor... Filmde sergilenen çıplaklık ve şiddetin dozu herkesin kaldırabileceği cinsten değil... Hikaye ve anlatımı ise seyirciyi zorlayan cinsten... Ama diyeceksiniz, Trier zaten entelektüel seyirci için yapmıyor mu filmlerini...

Bu arada, klasik bir korku filmi beklentisi içinde olanlar, çok yanılırlar...

Film, Nietzsche'nin aynı isimli kitabından alıyor adını... Antichrist... Yönetmenin başucu kitaplarından... Son dönemde geçirdiği bunalım da göz önüne alınırsa, yönetmenin böylesine depresif ve Freudyen bir film ortaya çıkarması şaşırtıcı gelmiyor...

Kadınlar, özellikle erkekler tarafından yönlendirilmeye çalışılanlar üzerine hikayelere ilgi duyan Trier, aslında bu filmde de kuralı bozmuyor…

Yönetmen hikayeyi, giriş ve sonuç dahil olmak üzere altı bölümde anlatıyor... Giriş, filmin bence en etkileyici bölümü... Kadın ile erkek kendilerinden geçmiş sevişirken, yan odada küçük oğulları açık kalan pencereden düşer ve hayatını kaybeder... Seyirci bu iki olayı, yavaş çekim ve siyah-beyaz izler... Arka planda ise Handel'den bir arya çalmaktadır...

Sonuç, görsel bir başyapıt... Bölümün, seyirci üzerinde bıraktığı etki muhteşem... (Bu arada, seyirci karı-kocanın sevişme sahnesinde ilk şokunu yaşar...)

Film, bundan sonra adları hiç geçmeyen kadın ve erkeğin, yaşadıkları bu acı olayın üstesinden gelebilme çabalarıyla devam eder...

Psikolog olan adam, kadının oğlu ile sık sık gittiği, aslında bilinçaltında korktuğu, ormandaki bir kulübeye yeniden dönmeyi tedavi için gerekli görür... ancak karı-koca burada acı, acı olduğu kadar da ürkünç bir sınav verecektir…

Olaydan kendini sorumlu tutan kadının, acısını seks aracılığıyla dindirmek istemesi, kocanın ise karısını kendi tedavi etme ısrarı, ikili arasındaki ilişkiyi seks ve şiddetin pençesinde geri dönülemez bir noktaya getirir...

Hikaye, hayal, absurd ve gerçeklik olgularının yer aldığı insanın insana ve doğaya karşı duruşu ve mücadelesinin anlatıldığı çarpıcı bölümlerle devam eder... Görselliği ön plana çıkan sahnelerin anlatımı o kadar başarılıdır ki, hikayedeki ölüm habercilerinden olan tikinin ağzından ''Chaos reins'' sözcüklerinin çıkması bile çok abes durmaz...

Kadının şeytan ve cadılık gibi konularla ilgili çalışmalarının keşfedilmesi, oğullarında ayakkabıları ters gidirildiğinden oluşan bozukluğun doktor raporunda ortaya çıkması.... filmin seyrini değiştirir... Konuları birleştiren erkek, kadını kötülük kaynağı olarak görmeye başlar... Kadının hayal olup olmadığını anlayamadığımız kaza anına tanıklık yaptığı ancak müdehalede etmediğine ilişkin imgelemeleri ise kafaları karıştırır….

Ölümü simgeleyen geyik, tilki ve kargadan oluşan üçlünü ortaya çıkmasıyla, hikaye karı kocanın yaşam mücadelesine dönüşür… Çift son kez kanlı bir oyun oynayacaktır…(Seks ve şiddet seyircinin ağzını açık bıraktırır…)

Trier, yazıp, yönettiği filmindeki anlatımının benzerliği nedeniyle, filmin sonunda Rus yönetmen Andrei Tarkovsky'i de anmayı ihmal etmiyor...

Oyunculuğa gelince... Filmin iki oyuncusundan Willem Dafoe inandırıcı bir performans sergilerken, Charlotte Gainsbourg oyunculuğuyla daha ön plana çıkarak, övgüyü hak ediyor…

Antchrist’i yüceltenler kadar, yerenler de olacaktır… ama bunun, filmin Trier sinemasında önlerde yer almasına engel olacağını sanmıyorum…





Antichrist trailer
by Entertainments23

Konu Başlıkları