Ruhunuz ağır mı gelmeye başladı... Ruhunuzu Ruh Bankasına emanet edip, bir süreliğine ruhsuz kalabilirsiniz ya da bir başkasının ruhunu alıp, yeni deneyimler yaşayabilirsiniz...
"Cold Souls"un anlattığı hikaye, Paul Giamatti'nin kendini oynadığı aktörün, Antov Çehov'un Vanya Dayı oyunu için hazırlanırken edindiği depresiv ruh halinden kurtulmak için, ruhunu çıkartarak, rahata erme kararıyla başlıyor...
Ruhsuz kalan oyuncu, hem fiziksel hem kişilik olarak değişime uğrarken, kariyerinde beklediği performansı alamaz... Bu kez oyuna yardımcı olması için Rus bir şairin ruhunu kiralar... Ancak bir süre sonra eşinin de baskısıyla ruhunu geri almak ister... Bunun için bankaya gittiğinde ise artık çok geç olduğunu anlar... Zira, oyuncunun ruhu, ruh kaçakçılığı yapan Rusların eline düşmüştür... Ruhları bedeninde taşıyan Nina ile karşılaşan Giamitti, ruhunu bulabilmek uğruna Rusya'ya kadar gider... Bir yandan Rus şairin ruhu ile yaşadığı deneyimler, diğer yandan ruhuna ulaşmak için verdiği mücadele Giamatti'ye sıradışı bir macara yaşatır...
Sevdiğiniz bir bedenden ruh eksik olursa, yine de o bedeni sevebilir misiniz sorusuna da yanıt arayan "Cold Souls", absürd komedi türünde bir film...
Sophie Barthes'in yönettiği filmde Giamatti'ye Emily Watson, David Strathairn ve Dina Korzun eşlik ediyor...
Jailbreak Emerald Southbound Rosalie/Cowgirl's song Dancing in the moonlight Massacre Still in love with you Johnny the fox meets Jimmy the weed Cowboy song The boys are back in town
Don't believe a word Warrior Are you ready Suicide Sha la la Baby drives me crazy The rocker
Thin Lizzy
Phil Lynott vokal, bas Scott Gorham gitar Brian Robertson gitar Brian Downey davul
Romantik komedi tarzındaki "Did you hear about the Morgans", ayrı yaşayan bir çiftin bir cinayete tanık olmaları nedeniyle, alındıkları koruma programında başlarından geçenlerle ilgili bir hikaye ...
"Şehirliler kırsalda ne yapar" temasını bir kez daha perdeye aktaran film, New York'ta üst tabakadan bir çiftin, küçük bir kasabada geçirmek zorunda oldukları zaman içinde yaşam, aile ve ilişkiler üzerine kazandıkları deneyimleri, arka planda bir polisiye öyküyle birlikte anlatıyor... Türün olmazsa olmaz adamı Hugh Grant'ın, oyunculuk yeteneği tartışmalı Sarah Jesica Parker ile birlikte oynadığı film, tarzın tüm klişelerini barındıran, senaryosunda zeka ışıltıları bulunmayan ortalamanın çok altında bir seyirlik... Başı ümit vaad etse de, çiftin şehirden ayrılmalarıyla birlikte hikaye, sıradan bir komediye dönüşüyor...
Marc Lawrance'in yönettiği filmde, Grant-Parker ikilisine, Mary Steenburgen ve Sam Elliot eşlik ediyor...
Bir başka kardeş işbirliğinde çekilen, yine bir dünyanın sonu hikayesi... "The Book of Eli...
Hughes kardeşlerin yönettiği film, bildik insanlığın sonu temasını ele alsa da, din unsuruyla benzer konulu filmlerden ayrılıyor...
Eli, büyük patlamadan sonra, tek başına takılan, dövüş yetenekleri olan, inançlı bir gezgindir... Eski dünyayı hatırlayan az kişiden biri olan Eli'nin amacı, insanlığın kurtuluşunun sembolü olan bir kitabı doğru ellere ulaştırmaktır... Kitabın ne olduğu hakkında bir ışık yansa da kafalarda, filmin sonundaki süprizi burada açıklamayacağım...
Denzel Washinton Eli rolü için ilginç bir seçim olmuş... Seçilmiş kişi olarak ortalama bir oyun çıkaran Washington'un kariyerinde, Eli' rolünün önemli bir yer tutmayacağı kesin... Filmin kötü adamı ise Gary Oldman... Bu kadar iyi bir oyuncunun ne kadar renkli olurlarsa olsunlar genelde kötü karakterleri oynayarak, bir yerde kendini tekrarlaması üzücü...
Oyuncu kadrosuna rağmen film, barındırdığı çoklu tür nedeniyle, bir türlü bütünlük ve inandırıcılık sağlayamıyor... Hikaye ise doğru anlatılamadığı için, klişelere boğulmaktan kurtulamıyor... Filmin sonundaki i pod sahnesi belki de hikayeye hizmet edebilen tek bölüm...
"The Book of Eli", türünün bir çok iyi filminden izler bulabileceğiniz, ama onlar kadar keyif alamayacağınız bir seyirlik...
Fransis Ford Coppola'nın 1974 yılı psikolojik-gerilim türü filmi "The Conversation", ünlü yönetmenin en iyi çalışmalarından...
İşinin ehli bir dedektifin, kışkanç bir koca tarafından karısı ve sevgilisini takip etmesi için tutulmasıyla başlayıp, giderek karmaşık hale gelen ilişkiler zincirine dönüşen hikaye, paranoyak bir yapıya sahip dedektifin iş ve özel hayatındaki gelişmelerle baş edebilme mücadelesini yansıtıyor perdeye... Birinci sınıf sinemacılık çıkaran Coppola'ya, Gene Hackman da muhteşem oyunculuğuyla eşlik ediyor...
Görmeden, sadece duyduğun bilgilere yönelik hareket etmenin ne kadar yanıltıcı olabileceğine ilişkin bir baş yapıt...
''Amelia'', uçma sevdasına ilişkin gerçek bir hikayeden esinlenmiş bir film...
Amerikalı ünlü kadın pilot Amelia Earhart'ın hayatına ışık tutan film, kadın pilotun çocukluğunda uçma tutkusunu keşfinden, çıktığı dünya turu sırasında1937'de Pasifik üzerindeki kayboluşuna kadar olan dönemi anlatıyor...
Klasik sinema anlatımı ve etkileyici sinematografinin kullanıldığı 'Amelia'', Hollywood'un görkemli dönem filmlerini hatırlatsa da, senaryonun ünlü kadın pilotun hayatına yaklaşımındaki tutukluğu ve durağanlığı, filmi iyi olmaktan alıkoyuyor... Hilary Swank, Richard Gere ve Ewan McGregor'un ortalama oyunculuklarıyla film, sıradan bir seyirlik...
''Daybreakers''... Vampirler bir kez daha insanlığa karşı...
Spierig kardeşlerin yönettiği film, gelecekte bir salgın nedeniyle vampire dönüşen insanların, virüsten etkilenmeyenlerin popülasyonunun giderek azaldığı dünyada, varlıklarını sürdürebilme mücadelesini anlatıyor...
Vampire dönüşenlerden bazıları hallerinden memnun olsa da, aralarında Edward gibi insanlara yardım eden ve virüsü yok etmeye çalışan bilim adamları da vardır... Edward'ın bir gün, virüsü tesadüfen yenen Elvis ile kesişen yolu, insanlık için tarihi bir gün olacaktır... Güneş ışığı... virüsü yok edip, vampirleri tekrar insan yapmanın tek yoludur...
Film, korku ya da gerilim unsurları içermeyen, yavaş tempolu, anlatımı zayıf, sıradan bir film... Vampir filmleri içinde seyrettiklerimin en kötülerinden...
Ethan Hawke, Willem Dafoe ve Sam Neill'in rol aldığı film, türün hayranlarına haksızlık...
Londra'da 1960'larda geçen hikaye, liseli bir genç kızın, kendinden büyük yüksek sosyeteden bir adamla karşılaşmasıyla değişen hayatıyla ilgili...
Okulda başarılı ve zeki bir öğrenci olan genç kız, Oxford için hazırlanmaktadır... Bir gün hayatına hayal ettiği renkli dünyadan bir erkek girince, genç kızın dünyaya bakış açısı aniden değişir... Davetler, lüks arabalar, kıyafetler, Paris gezisi, tutucu bir yaşam süren genç kızın başını döndürür ve gerçeklerden uzaklaşmasına neden olur... Erkeğe aşık olan genç kız, işi, eğitimini yarıda bırakıp, evinin kadını olmaya kadar götürür... Ancak iş bu noktaya gelince, kızı bir süpriz beklemektedir...
Erkeğin gerçek yüzünü gören ve hayal kırıklığına uğrayan genç kız, bu defa aşık olduğu erkek için vaz geçtiği hayata geri dönebilmek için elinden geleni yapacaktır...
Film, eğitimin önemine yaptığı göndermenin yanı sıra aile ve kadının toplumdaki yerini de sorguluyor...
Genç kız rolünde Carey Mulligan olağanüstü... Erkek arkadaşını oynayan Peter Sarsgaad da bir o kadar iyi...
Bu iddiasız ama şaşırtıcı derecede iyi çekilmiş ve oynanmış filmi herkese tavsiye ederim...
"It's Complicated", kadın erkek ilişkilerine mizahi yönden bakan sıcak bir seyirlik... Sonuçta hangi ilişki karmaşık değil ki...
Jane, Jake'den boşanmış, çocuklarını büyütmüş, kendi işi olan yalnız bir kadındır... Duygusal bir ilişki ve sekse ihtiyaç ve özlem duyan Jane, bu eksikliği hiç beklemediği bir zamanda, en umulmadık kişiyle gidermeye başlar... Oğlunun mezuniyet töreni için gittikleri bir otelde, Jane, genç bir kadın ile evli olan Jake ile yeniden birlikte olmaya başlayınca, işler aniden karmaşıklaşır...
İkili sekse dayalı başlayan ilişkilerini çocuklardan saklar... Önceleri heyecan verici olan bu gizli kaçamaklar, sonrasında Jake'in baskıcı genç eşinin de etkisiyle, Jane'i tekrardan düşünmeye yöneltir... Evli olan eski kocasıyla ilişki yaşaması, bir anlamda kendisini "o kadın" yerine koyması, Jane'i Jake'ten uzaklaştırır... Jane, eski kocasıyla ilişkisine ara verirken, hazırda bekleyen mimar arkadaşı Adam ile çıkmaya başlar... Hikaye bundan sonra üçlü arasındaki ilişkinin giderek karmaşıklaşmasıyla devam eder...
Nancy Meyers'in yönettiği film, yönetmenin daha önceki filmleri "Something's gotta give" ve "Holiday" kadar iyi olmasa da, Meryl Streep ve Alec Baldwin'in ekrandaki uyumu ve oyunculuklarıyla seyre değer oluyor... Aynı şeyleri Steve Martin için söylemek mümkün olmuyor, ne yazık ki...
Uzun süresine rağmen, fazla beklentiye girmeden, oyuncuların hatrına seyredilebilecek bir film...
John Hillcoat'un yönettiği film, dünyanın sonunun gelmesinin ardından, bir baba ile oğulun hayatta kalma mücadelesini anlatıyor...
Hillcoat, bunu yaparken de, klişe kıyamet filmlerinin aksine, gerçekçi, sade ve olabildiğince karamsar bir dil kullanıyor...
Yalnızlık, açlık, çeteler ve yamyamlığa karşı ayakta durmaya çalışan baba oğul, bir yandan da yaşamı sorgular... İyiler ve kötüler olarak ayrılan toplumda insanca yaşamayı başarabilmenin önemini vurgulayan hikaye, hiç beklenmedik anlarda bile umudun yeniden yeşerebileceğini gösteriyor... Filim görsel olarak da sakin ve donuk, ama etkileyici... Filmin geneline hakim olan gri tonları, özel efektler ya da görkemli sahneler bulunmayan filmde, anlatıma derinlik veriyor ve hikayeyi tamamlıyor...
Viggo Mortensen ve Kodi Smith McPee baba oğul olarak oldukça ikna edici bir performans sergiliyor... Hikayeye yardımcı olarak katılan Charlize Theron, Robert Duvall ve Guy Pearce de filme renk katıyor...
ABBA... Çocukluğumun vazgeçilmez grubu... Eurovision'da ilk kez "Waterloo"yu izlediğimde sevmiştim onları... Sonrasi ise tarih zaten...
Hepimizin, sözleri yanlış da olsa, duyduğunda birlikte söylediği şarkılara sahip ender ve şanslı gruplardan... Grup ve şarkıları için "Timeless" dersek, yanlış olmaz sanırım... Herkesin en az bir şarkısında anısı yok mudur... Çocukluk ve gençlikte birlikte büyüdüğümüz ABBA şarkılarını şimdilerde Ada dinliyor... Ailecek Mamma Mia'yı kaçıncı kez izledik bilmiyorum... İzlemekle kalsak iyi, hepbir ağızdan parçalara eşlik ediyor, zaman zaman da sahneleri evde denemeye kalkıyoruz...
Ada dili döndüğünce şarkıları söylemeye çalışıyor ve parçalara yeni yorumlar getiriyor... Sözler tam uymasa da, melodiyi asla kaçırmıyor... Sanırım zamanı gelince konservatuara gidecek...
Hepimizin filmden favori parça ve sahneleri var tabii... Ada, daha çok " Dancing queen", "Lay all your love on me" ve "Mamma Mia"yı seviyor, bense "Does your mother know" şarkısına ve sahnesine bayılıyorum... Ama ikimizin de favorisi, filmin sonunda tüm castın birlikte söylediği "Waterloo"... Şarkı başlayınca Ada ile fırlıyoruz ayağa ve Ada'nın yönetiminde baba-kız çılgınca dans ediyoruz... O reklam gibi olacak ama "paha biçilmez"... Bu arada Sibel ne yapıyor diyebilirsiniz, bizi hayranlıkla ve gıpta ile izlemesi dışında... Yok yok... O da katılıyor aile dansına... Birlikte dağıtıyoruz...
Ama ABBA rutini bunla da bitmiyor... Akşam evde film izlendikten sonra, sabah okula giderken de arabada cd'si dinleniyor... O zaman dışarıdan bakmak istiyorum arabadaki halimize... Komik olmalı...
Kendinizi bu kadar iyi hissettiren kaç film seyrettiniz ya da kaç şarkı dinlediniz sorarım...
ABBA şarkıları denince, aklıma gelen "Muriel's Wedding" ve "Priscilla, Queen of Desert" filmlerini de öneririm... İkisi de sıcak ve iyi filmler... ABBA'nın Avusturalya'daki etkisini gösteren ve yüzünüzde gülümseme bırakan nadir filmlerden...
Hayatta yalnız olmak, bir insanın başına gelebilecek en berbat şeydir...
İlişkiler üzerine kurulu sıcak ve sade filmleri severim... Jason Reitman'ın yönettiği "Up in the air", insanlara işten çıkarıldıklarını uygun dille söylemekle görevli, bu nedenle de yılın büyük bir bölümünü yollarda geçiren yalnız bir adamın, biri rakibi diğeri sevgilisi iki kadınla olan ilişkisini anlatıyor...
Ryan, şirketler için işten çıkarmaları çalışanlara haber verip, sonraki hayatlarına ilişkin perspektifler sunan, bunu yaparken de tatsız işinin insani boyutunu unutmayan , yalnız ama mutlu bir adamdır... Ailesine ve aile kavramına uzak, otel odalarını evi benimseyen Ryan, bir gün yaptığı işin webcam ile de yapılabileceğini gösteren ve bir anda işini teklikeye atan genç Natalie ile karşılaşır... Yöntem konusunda anlaşamayan ikili, başlarda çatışmalar yaşasalar da, edindikleri insani deneyimlerle kendi yollarını bulurlar...
İş hayatındaki yeniliklerle baş etmeye çalışan Ryan, bu arada kendisi gibi yalnız seyahat eden Alex ile tanışır... İkili arasında ciddiye dönüşmeyeceği üzerinde anlaşılan bir ilişki başlar...
Hayatı giderek karmaşıklaşan Ryan, Alex'e duyduğu yakınlık ve kızkardeşinin evlilik sürecinin de etkisiyle, hayatında düzgün bir ilişkinin eksikliğini hissetmeye başlar... Ryan, Natalie, Alex ve ailesindeki kadınların etkisiyle bir dönüşüm yaşamaya başlar...
George Clooney "Ryan", Anna Kendrick de "Natalie" olarak oldukça etkileyici... Senaryo ve oyunculuklarla ortalamanın üstünde olan film için, yine de müthiş demek zor... Filmin ilk yarısı ve sonu başarılı olsa da, ikinci yarısında giderek düşen tempo nedeniyle, film bir ara seyircisini kaybediyor...
Büyük bir merakla beklediğim filmlerden biriydi, Peter Jackson'un yönettiği "The Lovely Bones"...
14 yaşındayken bir cinayete kurban giden ve iki dünya arasında sıkışıp kalan Susie'nin, huzura kavuşmadan önce sevdikleri ve katilini izlediği dönemi kendi ağzından anlattığı hikaye, gerilim-dram ve fantastik unsurlar taşıyor...
Hikaye anlatılırken, olayın dram yönünden çok, bilinmeyen taraf üzerine yoğunlaşılıyor... Sürrealist tablolardan fırlama görüntülerin bolca kullanıldığı sahneler görsel anlamda etkileyici olsa da, hikayenin bütünlüğünü bozuyor, dağıtıyor... Seyirci olay ve karakterler arasında bağ kurmakta zorlanıyor... Genç kızın komşusu tarafından öldürülmesi, ölümün ailede yarattığı izler, katilin iç dünyası ve diğer taraf hikayenin temel noktalarını oluştursa da, yönetmenin ölümden sonraki hayat üzerine umut verici, aynı zamanda muhafazakar yaklaşımı filmin geneline hakim oluyor...
Saoirse Ronan, Mark Wahlberg, Rachel Weisz ve Susan Sarandon'un oynadığı filmde, oyunculuğunu her zaman beğendiğim Stanley Tucci, riskli bir rol alarak castın arasından sıyrılmayı başarıyor...
Sussie'nin kızkardeşinin katilin evine girip, ip uçlarını bulduğu sahne ise gerilimin en tırmandığı anlar oluyor... İyi bir film için gerekli tüm alt yapıya sahip olmasına rağmen, "The Lovely Bones" kaydadeğer bir film olmayı başaramıyor...
Filmden çıkarilabilecek dersler ise:
Anne, babalar...çocuklarınıza yabancılarla konuşmaması gerektiğini öğrettiğinizden emin olun...
Çocuklar...asla ama asla yabancılarla zaman geçirmeyin...
Herkes karda ve buzda bastığınız yere iyi baksın...
Sev ya da nefret et... ilgisiz kalınamayacak filmlerin yönetmeni Terry Gillam, son çalışması ''İmaginarium of Doctor Parnassus'' ile yeniden bizlerle...
Film, ölümsüzlük, yetenek ve başarıya sahip olmak için şeytanla anlaşıp, zamanı geldiğinde bedelini ödemek zorunda kalan bir adamın fanfastik hikayesi...
Gezici bir gösterinin sahibi olan Parnassus, şeytanla uzun yıllar önce yaptığı bir anlaşma sayesinde, müşterilerini sihirli bir ayna aracılığıyla hayaller alemine götürebilmektedir... Kızının yeni yaşıyla birlikte, Parnassus ve kampanyası için zor günler başlar... Zira, yapılan anlaşma gereği, kız, onaltı yaşına bastığı zaman, şeytana ait olacaktır...
Yapılan seçimler ve sonuçlarına ilişkin hikayesiyle film, görsel anlamda büyüleyici... Ancak hikaye ve oyunculuk Gilliam'ın renkli dünyasının gölgesinde kalıyor...
Filmin oyuncu kadrosu ise etkileyici... Heath Legger'in son filmi olması nedeniyle ayrı önemde olan filmin diğer oyuncuları, Legger'in oynadığı karakterin farklı dönemlerini canlandıran Johnny Depp, Jude Law ve Colin Ferrell'ın yanı sıra Christopher Plummer ve Tom Waits...
Gezici kampanyanın zamanın çok gerisindeki mistik havasına rağmen, hikayenin günümüzde geçmesi filmin bir başka ilginç yönü...
Senaryonun yaratıcılığı ve castın cazibesine rağmen, film herkese göre değil...
Drew Barrymore'u ''E.T'' döneminden beri severim... O nedenle Barrymore'un yönettiği ilk film ''Whip it'' i merakla izledim...
Hayatta aradığı şeyi bulan ve bunun için mücadele veren bir kızın, genç bir kadın olma yolundaki hikayesi, ''Whip it''...
Küçük ve sıkıcı bir kasabada, monoton bir hayat süren Bliss, bir gün tesadüfen hayatına renk getirecek bir şey keşfeder... Patenle kaymak...
Önce hobi olarak başlayan paten, daha sonra Bliss için vaz geçilmez bir tutkuya dönüşür... Özgür olmakla bağdaştırdığı paten sevgisi, Bliss'in, ailesi ve en yakın arkadaşı ile arasını açarken, rockçı bir erkek arkadaş ve patenci kızlar grubunu hayatına sokar... Paten aşkı ve özel hayatındaki duygu karmaşasını dengede tutmaya çalışan Bliss, sonunda hayatını düzene sokmayı başarır...
Ellen Page'in rol aldığı filmde, Barrymore dahil Page'e pek çok ünlü isim eşlik ediyor... Bliss'in annesi rolündeki Marcia Gay Harden ise övgüyü hak ediyor...
Senaryosu pek de orjinal olmasa da , Barrymore'u bu ilk denemesi için kutlamak gerek... Bir sonraki filmin daha iyi olması dileğiyle...