21 Ağustos 2010 Cumartesi

The Expendables...

''The Expendables'', posterde de belirtiği üzere, sinema dünyasında eşine az rastlanır cinsten bir castı buluşturmayı başarabilen aksiyon, macera türü bir film...

Silvester Stallone'nin yazıp, yönettiği ve oynadığı film, aksiyon türünün en önemli isimlerini bir araya getiriyor... ve film, sadece bu özelliğinden bile seyircinin ilgisini çekmeyi başarıyor...


Bazı büyük isimlerin konuk oyuncu olarak katıldığı, bazılarının ise küçük rollerde Sly'a eşlik ettiği film, paralı askerlerden oluşan bir grubun, Güney Afrika'da bir diktatör ile girdiği savaşı konu ediyor... İşin içine geride bırakılan bir kadın da girince, hikaye her biri ayrı yeteneğe sahip bir grup adamın gösterisine dönüşüyor...

Hikayesi ve anlatımıyla çok başarılı olmayan film, Sly'ın yönetimiyle de olumlu bir yerlere gelemiyor... Zengin insan malzemenin akıllıca kullanılamadığı filmden, beklentilerin aksine pek de tatmin olmadan ayrılıyorsunuz...

Adamların ne kadar yaşlandıklarını görmekse, üzücü...

20 Ağustos 2010 Cuma

Salt...

Angelina Jolie'yi yeniden ajan rolünde izlediğimiz '' Salt'', Rusya'da yetişen, daha sonra ABD'ye gelerek, CIA'de görev yapan bir ajanın, vatanseverliğini sınayan bir olayla karşı karşıya kalmasını anlatıyor...

Bir Rus ajanın, ABD'de bulunan Rusya Devlet Başkanının öldürüleceği bilgisini CIA'e vermesi ve başkanı öldürecek kişinin de CIA ajanı Salt olacağını söylemesiyle başlayan hikaye, Salt'ın kimliği ve ülkesine olan sadakatinin sorgulandığı bir kedi fare oyununa dönüşür...


Salt'ın kimliği hakkında film boyunca şüpheyi ayakta tutan hikaye, bir ajan filminde olması gereken aksiyon unsurlarını bolca barındırıyor...

Senaryoda bulunan çok sayıdaki boşluğa rağmen, Jolie'nin kendisi ve yönetmen Phillip Noyce'un aksiyon dozu yüksek tekniği, bu ortalama filmi izlenebilir bir popcorn türü yapmayı başarıyor... Ama yeni bir ''Wanted'' beklentisi içine girmek yanlış olur...

Hiyakenin finali, ''Salt''ın yeni bölümlerinin de çekileceğinin işaretini veriyor...

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Iron Maiden...

''The Final Frontier'', Iron Maiden'in 15. stüdyo albümü...

Grubu başından beri çok sevmeme rağmen, yeni albümleri tam bir hayal kırıklığı yarattı bende... Olumsuz birşeyler yazmak beni üzse de, diplomatik bir dille ifade edecek olursam... Grubun en beğendiğim albümleri arasında yer alamayacak bir çalışma diye toparlayabilirim...

Esasında Iron Maiden'ın ilk yedi albümü dışında, bir bütün olarak severek dinlediğim başka bir albümü yok... Bunda grup elemanlarındaki değişimlerin payı büyük... Yine de son olarak Adrian Smith ile Bruce Dickinson'ın Iron Maiden'a dönmeleriyle beklenen, grubun eski tarzında süper bir albüm hala gelmedi... Janic Gers'i ise hiç sevemedim... Gruba yakıştıramadım... Neden hala ondan kurtulmadıklarını da bilmiyorum...


Gelelim albüme... ''Satallite 15'' için, grubun en sıra dışı ve olmamış dedirten açılış parçası desek, yanlış olmaz... Ardından devam eden 'The Final Frontier' da açılışı kurtaramıyor... Neyse ki, Steve Harris'in güven veren bas ritimlerini duyduğumuz ''El Dorado'' başlayınca, rahatlıyorum... Ne yazık ki devamı gelmiyor... Albümüm gerisinde yer alan parçalar arasında, ''Isla of Avalon ve ''Starblind'' öne çıkıyor...

''The Final Frontier'', klasik bir Maiden albümü değil... Parçaların hepsi çok uzun ve ilk dinleyişte sevebilmek genele bakarsak mümkün değil... Grubun bilinen soundu dışında parçaların yer aldığı albümde, herkesin beraber söyleyeceği Maiden imzası taşıyan çalışma yok...

Seksenlerde bizleri her yaptıkları albümle mutlu eden, son dört albümde gitarist sayısını üçe çırararak, avantajlı duruma gelmesi gereken Maiden'ın nesi var, anlamıyorum...

Buna rağmen, ''The Final Frontier'', hepimizin arşivinde olacak ama çok sık dinlemeyeceğimiz, çok sevdiğimiz bir grubun bir albümü olarak kalacak....



17 Ağustos 2010 Salı

Tatil...

Bu yıl yaz tatilini ağustos ayının ortasına bıraktığımız için bir yandan gerginlik, diğer yandan heyecan.... karmaşık duygular içindeyiz...

Ada günler öncesinden hepimiz için bavulları hazırlamaya başladı.... Küçük çaplı bir taşınma sanki... Herbişey valizlerde... Yanıma her zaman bir kaç parça kıyafet aldığımdan, benim işim kolay.... Ana kız işin içinden çıkmakta zorlanıyor... Ya da zorlanmıyor, zira herşeylerini yanlarına almak istiyorlar…

Akşam geç olmadan yatıyorum. Sabah erken yola çıkacağız... Ne de olsa onlar arka koltukta uyuyacaklarından, ben bari biraz dinleneyim...


Sabah gözümü açtığımda Sibel, Ada'nın kafasına göre hazırladıklarını düzenliyordu... İş bittiğinde, kapının önü görülmeğe değerdi...

İki büyük valiz, kızın çek çeki, deniz çantası, kızın dvd playeri ve otuz kadar filmin olduğu çanta, oyuncak çantası, ayakkabı çantası, yiyecek çantası, iki laptop ve yastık ile pike...

Çantaları arabaya yerleştirmek için bir kaç sefer yapıyorum... Bu arada kız uyanıyor... Gitmek için hazırız...

Benzin aldıktan sonra, Antalya'ya doğru yola çıkıyoruz...

Sibel ve Ada her zaman olduğu gibi kısa zaman sonra uykuya dalıyor... Uzun yol sürücüsü için yanında muavin görevi yapan, müzikleri değiştiren, ağzının boş kalmamasını sağlayan ya da sohbet eden birinin olmaması gerçekten hoş değil... Neyse ki, Afyon'a kadar olan yolu seviyorum...

Afyon'da konakladığımız tek adrese, İkbal'e gidiyoruz... Sucuk ve kaymaklı ekmek kadayıfı yedikten sonra, birşeyler bulabiliriz umuduyla mağazalara dalıyoruz... Sibel bir şort beğeniyor... Fiyatını öğrenince, morali bozuluyor... Mağazalardan hızla uzaklaşıyoruz...

Çok sıcak... İkbal'de insanlar serinlesin diye ince plastik borulardan su püskürtüyorlar... Bir aile, kedilerini havaya kaldırmış, su damlacıklarıyla kediyi serinletmeye çalışıyor... Bizim kedimiz yok ama Ada var... Ben de kızımı kaldırıp, su ile serinlemesini sağlıyorum... Bir daha... Bir daha... İş uzayınca küsüyoruz birbirimize...

Yolun ikinci kısmına başlıyoruz... Sıkıcı olanına...

Bu defa yolda bize Tarkan, Sertab ve Işın eşlik ediyor... Şarkılara bazen yüksek sesle ve abartılı bir tonla katılıyorum... Arkadakiler değil ama ben eğleniyorum...

Ve radarlar... Dört, beş tane görüyoruz... Radarı fark eder etmez, insanın hemen hız kesmesi ve polis aracının önünden geçerken suratına salak bir sırıtma kondurması tuhaf… Ben kötü birşey yapmadım der gibi...

Geneşde klimayı açmam… ama sıcak dayanılacak gibi değil… İki seviyesinde açıyorum… sonunu bile bile…

Ve Antalya’dayız… Lara’ya. ablamlara giderken her seferinde önce bir kaybolurum…bu kez de farklı olmadı…

Neyse kısa sürede doğru yolu bulup, eve varıyoruz… Asansörden çıkınca…süprizzzzzzzzzz… babamlar da orada… Bir hafta sonra d,ğer ablam da geşecek…yine bir aile birleşmesi yapacağız… Yaş ileriedikçe böyle şeylerin kıymeti daha bir başka oluyor…

Necoların evinin en keyifli yanları, bir, falezlerin üstünde, onuncu kattan seyretmekten bıkmayacağınız deniz manzarası, iki, dur durak bilmeden yemek… Evde en çok duyulan cümle de doğal olarak, şimdi ne yiyoruz… Bu durumda, tatilde zayıflarım hayalleri olanların ümitleri suya düşüyor ister istemez…

Biraz sohbetin ardından, kestireyim diyorum… Her yer klima… Dalıyorum uykuya… Donarak uyanıyorum… Arabada başlayan klima çarpması denen şey, evde artarak sürüyor ve hastalanıyorum… Boğaz şişmesi, mide bozulması (bu belki de yemektendir) ve kırgınlık… Tatilimizin ilk gününde olacak iş mi…

Esas tatilimizi yapmak üzere aile saadetine bir hafta ara vereceğiz… Yarın öğlen yeniden yola koyulup, Tekirova’ya geçeceğiz… Geçen yıl butik otel formatının fos çıkmasından sonra, bu kez birinci sınıf bir tatil köyü seçeneği bakalım nasıl olacak… Merakla bekliyorum...

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Inception...

Christopher Nolan'ın "Inception"u çok iyi bir film olmuş... Neredeyse...

Senaryosunu da yazdığı filminde Nolan, seyircisini bu kez aklın karanlık köşelerinde gerilimi yüksek bir yolculuğa çıkarıyor...

Uyku sırasında bilinç altına girip gizli bilgileri çalan Cobb, bu defa çalmak yerine müşterisine hizmet edecek bilgileri yerleştirmek üzere kiralanır... Cobb, bu tehlikeli görevi, yıllar önce bırakmak zorunda kaldığı çocuklarını görebilmek için kabul eder... Ekibiyle birlikte aklın derinliklerine çıkacağı bu fantastik serüvende Cobb'a, ölen eşinin intikam dolu yansıması eşlik eder...


Psikolojik, gerilim türündeki filmin hikayesi, dramatik kurgusuyla da övgüye değer... Filmin sonlarına doğru olan kurgu ise sinema tarihine geçecek türden...

Leonardo Di Caprio'nun iyi bir cast ile sürüklediği film, hayal gücünün sınırlarını zorluyor...

Filmin tek beğenmediğim yanı ise Ellen Page oldu...



Konu Başlıkları